29 Mart 2010 Pazartesi

0 yorum

27 Mart 2010 Cumartesi

DENDRİT HÜCRELERİ TAKLİT EDİLEREK BİLGİSAYARLAR İÇİN KORUMA SİSTEMİ GELİŞTİRİLDİ

0 yorum
Son zamanlarda, doğada bulunan sistemler taklit edilerek pek çok teknolojik ürün, sistem ve mekanizma geliştirilmektedir. Bu çalışmalar teknolojiyi ilerletmenin dışında, canlılığı eşsiz bir sanat ve kusursuz bir uyumla yaratan Allah'ın sonsuz yaratma gücünün delillerini bir kez daha gözler önüne sermektedir. İngiltere'deki Nottingham Üniversitesi'nden bir grup bilim adamının yaptığı çalışma da bunun örneklerinden biridir.

Bağışıklık sisteminin saldırıya uğramış hücrelere yaptığı müdahale, İngiliz bilim adamlarının bilgisayar ağlarını virüs ve hacker’lardan korumak için geliştirdikleri yeni yönteme ilham kaynağı oldu.

Yöntem, bilgisayar bilimcisi Uwe Aickelin ve ekibi tarafından geliştirildi. Söz konusu sistem, virüs saldırısına uğramış bilgisayarlardan gelen 'zor durum' sinyallerini dinleyerek işliyor. Sistemin amacı ise bilgisayar ağlarını e-mail virüslerinin ve servis saldırılarının tahribatından korumak.1

Yaklaşık on yıldan beri benzer koruma sistemleri üretilmekte, bu sistemler için insan vücudundaki bağışıklık sistemi taklit edilerek beyaz kan hücrelerinin yabancı moleküllerden (virüs, bakteri, parazit gibi) kendilerini koruma özelliklerinden faydalanılmaktaydı. Ama bir virüsün sıradan bir e-mail görünümünde sisteme girerek tehlikeli bir aktivite başlatmasını engelleyici bir çözüm henüz bulunamamıştı.

Çözüm Uwe Aickelin ve ekibinden geldi. İngiliz bilim adamları, insan vücudundaki bağışıklık sisteminin vücuda giren yabancı moleküllere hemen saldırmadıklarını, ancak problem oluşmaya başladığında saldırdıklarını gözlemlediler ve yeni koruma sistemlerini bu özellikten yola çıkarak geliştirdiler.

İnsandaki bağışıklık sistemi gerçekten de vücuda giren bazı yabancı moleküllere, örneğin besin olarak alınan proteinlere saldırmaz. Hamile bir kadının bağışıklık sisteminin fetusa savaş açmaması da bunun bir örneğidir. Bu moleküllerin yabancı olmalarına rağmen vücuda zararlı olmadıklarını tespit edenler ise bağışıklık sisteminin ön cephe askerleri olan dendrit hücreleridir. Keşfi yapan bilim adamları da zaten bu savunma hücrelerini incelemişlerdir.

Vücuttaki hücreler ölürken 'zor durum sinyali' verirler. Bu sinyaller ön cephedeki dendrit hücreleri tarafından algılanır. Ancak dendrit hücreleri her çağrıya değil, sadece belirli bir ses eşiğinin üzerindeki alarm çağrılarına cevap verirler. Yeni güvenlik sistemi de bağışıklık sisteminin bu özelliği üzerine kurulmuştur. Sistemin yazılımı, tıpkı dendrit hücreleri gibi davranarak bilgisayar ağını taramakta ve network trafiğindeki veya hata mesajlarının sayısındaki olağandışı artışı araştırmaktadır. Eğer bu tehlike sinyalleri önceden belirlenmiş sınırın üzerine çıkarsa sistem alarm vermeye başlamaktadır.

Peki ama bilim adamlarının taklit ettikleri bu hücreler şuur sahibi olmadıkları halde yararlı molekülleri zararlılardan nasıl ayırt edebiliyorlar? Bazı yabancı moleküllerin kendileri için zararlı olmadığını nereden anlayabiliyorlar?

Aslında bu soruların cevabı çok açıktır. Hücre kendi kendine hiçbir tespit yapamaz. Hangi sinyalin, hangi sesin ne anlama geldiğini kendiliğinden bilemez. Hangi molekülün yararlı hangisinin zararlı olduğunu kendi kendine anlayamaz. Hücreler ancak Allah'ın ilhamıyla hareket eder, Allah'ın izniyle faaliyet gösterebilirler.

Hücrelerin, vücudu tehlikelere karşı bu kadar üstün ve kompleks bir sistemle korumayı öğrenmesi, hücrenin üstün bir akıl ve güç tarafından yaratıldığının açık bir delilidir. Onlarca bilim adamının bir araya gelerek, teknoloji, akıl, bilim ve bilgiyle ancak taklit edebildiği bir sistemin, şuur, bilgi ve akıl sahibi olmayan moleküller tarafından kendiliğinden oluştuğunu iddia etmek elbette ki büyük bir mantıksızlıktır.

Allah ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:

Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)

SPERMLERİN YOL BULMADAKİ ÜSTÜN KABİLİYETLERİ

0 yorum
Almanya'nın Ruhr Üniversitesi profesörü fizyolog Hanns Hatt (57), spermlerin ana rahminde yumurtalığa ulaşabilmek için yollarını “koklayarak” bulduklarını açıkladı.

Hatt'ın, yaptığı araştırmalar sırasında, spermlerin ve insanların derilerinin de koku alabildiğini tespit ettiği kaydedildi.

Washington Üniversitesi Fizyoloji ve Biyofizik departmanından Babcock ise konuyla ilgili olarak, “araştırmalar gösteriyor ki yumurta, spermi “koklama” kabiliyetini göz önüne alarak seçiyor olabilir” dedi.

Spermin Zorlu Yolculuğu

İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça karmaşık bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu bir damla suyun yalnızca küçük bir bölümünü oluşturan spemlerin yapıları ve yerine getirdikleri görevlerse gerçekten hayranlık vericidir.

Yeni bir insan yaratılmasının ilk basamağı olacak spermler erkek vücudunun "dışında" üretilirler. Bunun sebebi üretimin, ancak vücut ısısının yaklaşık 2 oC altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için ayrıca testislerin üstüne yerleştirilmiş özel deri de çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta ise genleşip terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır.

Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler, erkekten kadının yumurtalarına doğru yapacakları yolculuk için, sanki oradaki ortamı "biliyormuşcasına" özel bir tasarıma sahiptirler. Sperm; baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu, spermin bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlayacaktır.

Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıracak olan baş kısmı ise özel bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde fark edilir: Buradaki ortam son derece asidiktir. Spermin, bu asidin varlığını bilen "birisi" tarafından koruyucu bir zırhla kaplandığı ise son derece açıktır. Bu asidik ortamın da nedeni annenin mikroplardan korunmasıdır.

Meni içindeki sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri de vardır. Burada da yine iki ayrı ve bağımsız varlığın birbiriyle kusursuz bir uyum içinde yaratıldığını görüyoruz.

Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Kendilerini ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.

Sperm yumurtaya uygun olarak düzenlenirken, çok ayrı ve farklı bir ortamda da yumurta yeni bir hayat için tohum olmaya hazır hale getirilmektedir... Kadının haberi bile yokken, yumurtalıklarda oluşan bir yumurta önce karın boşluğuna bırakılır ve hemen sonra ana rahminin fallop tüpü denen uzantılarının ucunda yer alan kollar sayesinde yakalanır. Ardından yumurta fallop tüpünün iç yüzeyindeki tüylerin hareketiyle ilerlemeye başlar. Büyüklüğü ise bir tuz tanesinin ancak yarısı kadardır.

Yumurta Sperm Buluşması

Yumurta sperm buluşmasının yeri fallop tüpüdür. Burada yumurta özel bir sıvı salgılamaya başlar. İşte bu sıvı sayesinde spermler yumurtanın yerini bulurlar. Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan ya da şuurlu bir varlıktan söz etmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının, "kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", daha da ötesi spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim "hazırlayıp" salgılaması tesadüfle açıklanamaz. Ortada açık bir tasarım vardır.

Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.

İnsan Bedeni Herşeyiyle Allah’ın Sonsuz İlminin Delillerinden Biridir

İşte bilim adamlarının son araştırmaları, mucizevi doğum olayının sadece bu aşamasıyla, yani spermin nasıl olup da uzun yolculuğu sonunda yumurtayı bulabildiğiyle ilgilidir.

Araştırmalar spermlerin “koku aldıklarını” göstermektedir. Bu bilgi karşısında tekrar durup düşünmek gerekir. Kokuyu alan, bir burnu ve aldığı kokuyu yorumlayan bir beyni olan, bu yoruma göre kararlar alıp uygulayan bir canlı mıdır? Elbette hayır. Bu, boyu yalnızca milimetrenin yaklaşık %1'i kadar olan bir spermdir. Bir spermin yumurtadan salgılanan sıvının kokusunu alabilmesi de onun Yüce Allah tarafından tasarlanıp yönlendirildiğinin açık bir kanıtıdır.

Tüm bu sistemler, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ın sonsuz kudretinin ve ilminin birer delilidir. Allah insan bedeninin derinliklerinde, gözle görülmeyecek kadar küçük noktalarda, insan zihninin kavrayış kapasitesini çok aşan mucizeler yaratmaktadır. Bedenlerimizde gerçekleşen bu mucizeler bizlere, insanın kendisi de dahil olmak üzere herşeyin üzerinde tek hakimin Yüce Allah olduğunu hatırlatmaktadır:

“… Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sizi daha iyi bilendir; hem sizi topraktan inşa ettiği (yarattığı) ve siz daha annelerinizin karnında cenin halinde bulunduğunuz zaman da. Öyleyse kendinizi temize çıkarıp-durmayın. O, sakınanı daha iyi bilendir.” (Necm Suresi, 32)

BİLİM ," UYUMADAN UÇAN KUŞLAR"I ARAŞTIRIYOR

0 yorum
Göçebe kuşlar yazlık ve kışlık evleri arasında seyahat ederlerken uzun mesafeler katediyorlar. Şarkı kuşları daha çok gece uçmalarına rağmen sürekli uyanık kalarak bu olayı daha da etkileyici hale dönüştürüyorlar. Geçtiğimiz günlerde PLoS Biology adlı gazetede yayınlanan habere göre göç sezonu sırasında bu hayvanlar gözleri çok az kapalı olarak hem de uykusuz yaşayan hayvanlarda görülen sağlığa zararlı etkilere maruz kalmadan yolculuk ediyorlar.

Madison’daki Wisconsin Üniversitesi'nden Ruth Benca ve çalışma arkadaşları bir kafeste alıkonulmuş hayvanların uyuma düzenlerini ve hareketlerini bir yıl boyunca incelediler. Göç sezonu boyunca, kafesteki kuşlar son derece enerjik, hareketli davranışlar sergilediler. Ayrıca, -insanlarda rüya görmeyle ilintili olarak belirlenen- normal REM uykusunun 3’te biri süresince uyudular. Geceleri teste tabi tutulan diğer canlılar uyurken onlar tamamen uyanık kaldılar ve normal testlerine devam ettiler, ki bu da kuşların göçleri boyunca “uyurgezer” olmadıklarını bir kez daha kanıtladı.

Bilim adamları göç sezonları haricindeki zamanlarda uyku eksikliğinin kuşları olumsuz etkilediğini belirtiyorlar. Oysa kuşlar, özellikle göç esnasında algılama fonksiyonlarında hiçbir bozulma olmadan uykularını azaltabilmede üstün bir yetenek sergiliyorlar. Bu hayvanların bunu nasıl başardıklarıysa henüz çözülebilmiş değil. Kuşlardaki göçe bağlı uykusuzluğa aracı olan mekanizmaları anlamanın; uykudaki değişiklikler, sezonsal ruhi durum bozuklukları ve uykunun kendisinin fonksiyonları hakkında bilgi vereceğini düşünüyorlar.

Kuşlar Neden “Gece” Göç Ederler?

Kuşların çoğu yaşamsal faaliyetlerini gündüz gerçekleştirirler. Fakat uzun seyahatler için geceyi seçerler. Gece göçü kuşlara birçok avantaj sağlar. Bunlardan en önemlisi düşmanlarından bu yolla kaçabilmeleridir.

Gece göç eden kuşların büyük bir bölümü küçük ve uçma kabiliyeti zayıf olanlardır. Bu yüzden gece karanlığında uçmak bu kuşlar için daha güvenlidir. Fakat gece göçleri sadece bu sebeple açıklanamaz. Çünkü güçlü uçucu olan ve okyanusta hiç durmadan 3.200 km'lik bir mesafeyi uçabilen bazı sahil kuşları da gece göç ederler.

Kuşların gece yolculuğunu seçmelerinin sebeplerinden biri de beslenme zamanlarıdır. Genellikle gündüz beslenen kuşlarda sindirim çok hızlıdır. Bu nedenle kuşların gündüz beslenirken kısa aralıklarla besin almaları ve göçten önce bu besinleri vücutlarında yağ şeklinde depolamaları gerekir. Eğer küçük göçmenler, gündüz uzun uçuşlar yaparlarsa ulaşacakları yere gece bitkin bir halde ulaşırlar ve gece beslenemeyeceklerinden ertesi sabahı beklemek zorunda kalırlar. Bu durumda muhtemelen bulundukları ortamın soğukluğundan ve enerji elde edememekten dolayı birçoğu yaşamını sürdüremeyecektir. Bu yüzden bu canlılar geceleyin seyahat ederek çok programlı hareket etmiş olurlar. Gündüzü beslenerek ve göç için yağ depolayarak geçiren kuşlar gece göç ederler, güneşin doğuşuyla beraber mola verirler ve bu döngü bu şekilde devam eder.

Kuşların durmadan uçabilecekleri mesafeyi yağ depolarından başka vücudun su kaybı da belirler. Bu yüzden gece yapılan göçlerde havanın serinliğinden faydalanıp daha az su kaybederek vücut ısılarını düşürebilirler. Su kaybının minimuma inmesi uçulan mesafeyi de artırır.

Kuşlar tüm bu nedenlerle gece göçlerini tercih ederler. Elbette vücut yapıları buna uygun olarak yaratılmış olan türler dışında gündüz uçmaya elverişli yaratılmış kuşlar da vardır. Ördekler, turnalar, martılar, pelikanlar, atmacalar ve kırlangıç gibi kuşlar da gündüz göç ederler. Süzülerek uçma yöntemini kullanan leylekler ve akbabalar ise sadece gündüz uçabilirler. Çünkü uçuş şekilleri, ısı yayılmasına ya da dağ ve tepelere çarpan rüzgarın onları sürüklemesine bağlıdır.

Bu noktada biraz düşünelim. Kuşlar tam da göç esnasında uykularını minimuma indirgeme özelliğini nasıl kazanmaktadırlar? Onlara bu dönemde uykularını azaltabilme yeteneğini kim vermektedir? Bir kuş “şimdi göç zamanı, uyumadan uçmam gerek bu yüzden de vücudumu buna göre ayarlamalıyım” diye bir karar alıp vücucunda da bu kararla ilgili düzenlemeleri yapabilir mi? Peki bu göçü gündüz değil de gece gerçekleştirmenin onlara sağlayacağı avantajları önceden tahmin etmiş olabilirler mi?

Elbette hayır. Şüphesiz bu küçük sevimli hayvanın vücudundaki tüm düzenlemeler onun yaşamak için neye ihtiyacı olduğunu bilen ve tüm ihtiyaçlarını ona hesapsızca sunan üstün bir akıl ve güç sahibi Yüce Allah’tır. Kuşlar, kendi vücut yapıları ve yaşam şekilleri nasıl bir göç şekline izin veriyorsa o düzende göç ederler. Bu canlıları Allah yaratmış ve onları gerekli yeteneklerle donatmıştır. Yaptıkları tüm işler de, Allah'ın varlığının ve kudretinin birer ayeti (delili)dir. Bu nedenle her yaptıkları iş, Allah'ı tesbih etmek, yüceltmek anlamına gelmektedir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir.” (Nur Suresi, 41)

AĞAÇLAR UZAR AMA NEREYE KADAR

0 yorum
Kuzey Arizona Üniversitesi’nden araştırmacılar, dünyanın en uzun ağaçları üzerinde yaptıkları çalışmada ağaçların büyümesini kontrol eden faktörleri ortaya çıkardılar. (1)(2)

Ağaçta apaçık bir tasarım vardır. Ağacı meydana getiren hücreler; kök, gövde, kabuk, su kolonları, dallar ve yaprakları oluşturacak şekilde organize olmuştur. Hücreler ağacın yaşamını sürdürmesi için gerekli fonksiyonları yerine getirecek parçaları oluşturmakta, bu parçalar arasında da sistemli bir işbirliği yürütülmektedir.

Ayrıca bir ağaç, kimyasal üretim yapan dev bir fabrika gibidir. Burada çok karmaşık kimyasal işlemler, kusursuz bir plan dahilinde yürütülür. Bu işlemleri yürüten organların bilgisayar gibi hesaplamalar yaptığına dair deliller mevcuttur. (3)

Bir ağaçla ilgili en çarpıcı gerçeklerden biri, bu organizasyon ve sistemlerin bilgisinin, ağaç henüz küçük ve yuvarlak bir tohum halindeyken, DNA’sına yüklenmiş olmasıdır. Tohum, DNA’sında yüklü talimatları izleyerek kendisiyle görünüm ve ebat açısından hiçbir benzerlik taşımayan dev bir yapya dönüşür. Bir tohumun toprağa düştükten ve biraz nemlendikten sonra kök salıp dallanarak bir ağaca dönüşmesi, Allah’ın kusursuz yaratmasının apaçık bir göstergesidir.

Bu mucizevi canlıda büyümenin bir noktadan sonra durması da Allah’ın yeryüzünde varettiği dengenin bir parçasıdır. Eğer ağaçları meydana getiren hücreler, kontrolsüz bir şekilde durmadan büyüyor olsalardı yeryüzünde yaşamın yok olmasına varan sonuçlar ortaya çıkabilirdi.

Ağaçların ne kadar uzayabileceklerini belirleyen faktörleri araştıran bilim adamları, dünyanın en uzun ağaçları üzerinde ilgi çekici bir çalışma gerçekleştirdiler. Yüksekliği yüz metreyi aşan ağaçların tepelerine tırmanan araştırmacılar, ölçümler yaparak bu faktörlere dair ipuçları aradılar.

Dünyanın en yüksek ağacı olma ünvanını elinde bulunduran 112.7 metrelik dev servi ağacı (Sequia sempervirens) da dahil olmak üzere, en yüksek beş ağaç üzerinde incelemeler yaptılar. Bu yükseklikteki bir ağacın boyu, 30 katlı bir binanın boyuna denk geliyor.

Bilim adamları daha önceleri, ağacın yüksekliğini belirleyen temel faktörün, yüksekliğin getirdiği mekanik gerilimlerde yattığını düşünüyorlardı. Ama ağaçların bu gerilimlerin etkisini giderecek şekilde ve oldukça sağlam bir tasarıma sahip oldukları anlaşıldı. Bu durum çalışmaların, suyu yükseklere taşıma kapasitesine odaklanmasına yol açtı. Kuzey Arizona Üniversitesi’nde çevrebilimci olarak görev yapan George Koch ve ekibince gerçekleştirilen söz konusu çalışmada bu yönde bulgular elde edildi. Araştırmacıların doğal ortamda ve laboratuvarda yaptıkları bağlantılı çalışmalar, ağaçların maksimum yüksekliğini kontrol eden temel faktörün ‘ağaç tepelerine su tedariki’ olduğunu ortaya koydu.

Su, ağaçların tepesine buğulaşma (transpiration) yoluyla, yani yaprakların yüzeylerindeki gözeneklerden buharlaştığı şekilde ulaşır. Buğulaşma, suyu köklerden ve ağacın içinden en zirveye kadar, odunsu dokudaki hücreler boyunca taşır. Suyun bu hareketi, yerçekimi ve sürtünme kuvvetlerini aşar ve yukarı doğru bir kolon halinde devam eder. Suyun hareketine karşı koyan yerçekimi ve sürtünme kuvvetleri zirvede maksimum olduğu için, suyu yukarı iten kuvvet de zirvede maksimum değerine ulaşır. Su kolonları bu gerilime bir dağılma eşiğine kadar dayanabilir. Bu eşik, kolon halindeki suyun içinde hava kabarcıklarının ortaya çıkıp onu kesintiye uğratarak dağıttığı noktayı ifade eder ve bu durum bitki biliminde ‘embolizm’ olarak isimlendirilir.

Koch ve arkadaşları, en yüksek servi ağaçlarının tepesinde su kolonunun üzerindeki maksimum gerilimi ölçtüler. Bu ölçüm, maksimum gerilimin embolizm noktasına yakın olduğunu ortaya çıkardı. Bu gerilim değeri aynı zamanda ağacın ne kadar uzayacağına etki eden bir kontrol faktörüydü. Çalışmada ağaçların yüksekliğini belirleyen üç faktör daha ortaya çıkarıldı.

Ağaçların tepesine ulaşan su, normalde hücre gelişimi için itici etki oluşturuyor. Ancak ağacın tepesine doğru yerçekimi ve sürtünmenin etkisinin artması, su akışı kapasitesini azaltarak tepelerdeki hücrelerin küçük olmasına ve kalın duvarlara sahip olmasına yol açıyor. Bunun sonucunda tepelerdeki yapraklar da küçük ve kalın oluyorlar. Servi ağaçlarının tepesinde, yaprak kalınlığı en yüksek değerde. Bu da, ağacın gelişiminin büyük ölçüde engellendiğine işaret ediyor. Böylece tepelerde artan yaprak kalınlığı, yüksekliği kontrol eden ikinci bir faktörü oluşturuyor.

Tepelerdeki kalın ve küçük yapraklar, bu bölgede yapılan fotosentezi de azaltmış oluyor. Fotosentez verimini azaltan bu etki, ağacın yüksekliğinde üçüncü faktör olarak saptandı.

Koch ve arkadaşları 110 metredeki yapraklardaki CO2 oranının, serbest havada görülen en düşük oranda olduğunu saptadılar. Bu da dördüncü kontrol faktörünü oluşturuyordu: Yaprak gözenekleri kanalıyla gerçekleşen CO2 alımı üzerindeki kısıtlama.

Bilim adamları, ağaç yüksekliğini kontrol eden bu dört fizyolojik faktöre dayanarak ağaçların ulaşabileceği maksimum yüksekliği hesaplamaya çalıştılar. Bunun sonucunda ağaçların 122 ila 130 metre arasında bir maksimum yüksekliğe ulaşabilecekleri tahminini ortaya koydular. Buna göre 2000 yıldan daha yaşlı olan ağaçlar büyümelerini sürdürebilecekti. Ağaçların yılda yaklaşık 0.25 m büyüdüklerini ortaya koyan gözlemler de bu fikri destekliyor.

Bu çalışmada ortaya konan kısıtlayıcı faktörler, ekolojik denge için çok önemli. Kısaca tekrarlayacak olursak,

• Yerçekimi ve sürtünme kuvvetine karşı koyarak yükselen suyun belli bir seviyeden sonra ilerleyemez oluşu,
• buna bağlı olarak yaprakların küçülüp kalınlaşması,
• fotosentez verimliliğinin azalması,
• ve nihayet fotosentezde gerekli CO2 alımının minimuma düşmesi

faktörleri sayesinde ağacın belli bir noktadan sonra büyümesi engellenmiş oluyor. Böylece canlı cansız birçok etmenin birbirini etkileyerek meydana getirdiği doğal denge, ağaçların kontrolsüz olarak büyümesiyle tehlikeye girmemiş oluyor. Bu açıdan bakıldığında, bu çalışma canlılardaki biyolojik süreçlerin, doğanın geniş çaplı dengesini destekler nitelikte ve ne kadar mükemmel şekilde düzenlenmiş olduğuna dair son bir örneği oluşturuyor. Hiç şüphesiz bu faktörlerin her biri Allah’ın dilemesiyle varolmuş sebeplerdir. Tohumun filizlenmesinden, fidan olmasına; fidanın ağaca dönüşmesinden, ağacın uzamasının durmasına kadar her aşama Yüce Allah’ın emriyle ve kontrolü altında gerçekleşmektedir. Ağacın yaşamındaki her aşama, biyolojisiyle ilgili her faaliyet Allahın sonsuz kudretinin bir tecellisidir.

Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Bitki ve ağaç (O'na) secde etmektedirler”. (Rahman Suresi, 6)

KÖHNE BİR DÜŞÜNCE:EVRİM TEORİSİ

0 yorum
Jean B. Lamarck: Ortaya attığı teori, bilime karşı direnemedi.

Tüm canlılığın bilinçsiz, amaçsız bir tesadüfler sürecinin ürünü olduğu düşüncesi, bir 19. yüzyıl hurafesidir. O dönemin ilkel bilim düzeyi içinde düşünen evrimciler, canlılığın çok "basit" olduğunu sanmışlardır.
Dünya üzerinde bir milyonu aşkın farklı canlı türü yaşar. Hepsi son derece farklı özelliklere ve mükemmel sistemlere sahip olan bu canlılar nasıl ortaya çıkmışlardır? Bu soruyu sağduyu ile inceleyen her insan, tüm bu canlılığın üstün ve kusursuz bir yaratılışın ürünü olduğunu görür.
Evrim teorisi ise, bu açık gerçeği reddeder. Teori, yeryüzündeki tüm canlı türlerinin tesadüflere dayalı bir süreç sonucunda birbirlerinden türediklerini öne sürmektedir.
Eski Yunan'da doğan Evrim fikrini kapsamlı olarak ilk savunan kişi, Fransız biyolog Jean Baptiste Lamarck oldu. Lamarck'ın 19. yüzyıl başında ortaya attığı teori, "canlılar hayatları sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesillere aktarırlar" varsayımına dayanıyordu. Örneğin Lamarck, zürafaların, ağaçların yüksek dallarına uzanmaya çalıştıkça boyunları uzayan ceylanlardan türediklerini savunmuştu. Ama gelişen genetik bilimi, Lamarck'ın teorisini kesin olarak çürütecekti.



DARWIN'İN ZORLUKLARI

Amatör bir doğabilimci olan Charles Darwin, teorisini 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı. Darwin, açıklayamadığı pek çok konuyu kitabındaki "Teorinin Zorlukları" adlı bölümde itiraf etmiş ve bunların ileride çözüme kavuşacağını ummuştu. Bu umut, boşa çıkacaktı.



FOSİL KAYITLARI SORUNU
Darwin teorisini ortaya attığında özellikle fosil bilimciler ona karşı çıkmışlardı. Çünkü Darwin'in varsaydığı "ara-geçiş formları"nın gerçekte hiçbir zaman yaşamadığını biliyorlardı. Darwin ise bu sorunun yeni fosil bulgularıyla aşılacağını umut ediyordu. Oysa aksine, paleontoloji, Darwin'in teorisini her geçen gün biraz daha yalanladı.

Teoriyi Lamarck'tan sonra savunan ikinci önemli isim ise, amatör bir İngiliz doğabilimci olan Charles Darwin oldu. Darwin 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında tüm canlı türlerinin tesadüfler sonucu tek bir ortak atadan geliştiklerini öne sürdü. Örneğin Darwin'e göre, balinalar, suda avlanmak için çabalayan ayılardan evrimleşmişlerdi.1


Darwin, teorisini herhangi bir somut deneye ya da bulguya dayandırmıyordu. Sadece bazı gözlemler yapmış ve bunlar üzerinde fikir yürütmüştü. Gözlemlerinin çoğunu, İngiltere'den uzak denizlere açılan HMS Beagle adlı gemide yapmıştı.

Darwin bu gibi iddialarını sıralarken, ciddi kuşkular yaşıyordu. Teorisinden pek emin değildi. Açıklayamadığı pek çok konuyu kitabına eklediği "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölümde itiraf etmişti. Darwin bilimin gelişmesiyle birlikte bu zorlukların birer birer çözüleceğini ummuş ve bazı kehanetlerde bulunmuştu. Ancak 20. yüzyıl bilimi, Darwin'i desteklemek bir yana, onun iddialarını birer birer geçersiz kılacaktı.
Gerek Lamarck'ın gerekse Darwin'in teorilerinin ortak noktası, ilkel bir bilim anlayışına dayanmalarıydı. O dönemde biyokimya, mikrobiyoloji gibi bilim dalları olmadığı için, evrimciler canlıların tesadüflerle oluşabilecek kadar basit yapıda olduklarını sanmışlardı. Genetik kanunları bilinmediği için, canlı türlerinin kolaylıkla birbirlerine dönüşebilecekleri zannedilmişti.
Gelişen bilim, bu efsanelerin hepsini yıktı ve gerçekte canlıların üstün bir yaratılışın ürünü olduklarını ortaya çıkardı.

1. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, p. 184

HAYATIN KÖKENİ

0 yorum
BÖLÜNEN HÜCRELER
Canlılığın en temel kuralı, "Hayat yalnızca hayattan gelir" prensibidir. Bir canlı, ancak diğer bir canlıdan kaynak alarak oluşabilir.

Evrimciler canlıların cansız maddeden kendiliğinden oluştuğunu iddia ederler. Oysa bu, biyolojinin en temel kanunlarına aykırı bir Ortaçağ hurafesidir.
Darwin'in teorisinden söz edildiğinde, çoğu insanın aklına "insanın atasının maymun olup olmadığı" sorusu gelir. Oysa bundan çok daha önce, evrim teorisinin açıklaması gereken sayısız soru vardır. Bunların ilki ise, yeryüzündeki ilk canlının nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
Evrim teorisi bu soruya karşılık, yeryüzündeki ilk canlının, tesadüfler sonucunda cansız maddenin içinden oluşan bir hücre olduğunu iddia eder. Yani teoriye göre, yeryüzünde sadece cansız taşın, toprağın, gazların vs. bulunduğu bir dönemde, rüzgarın, yağmurun, yıldırımların etkisiyle tesadüfen canlı bir varlık oluşmuştur. Oysa evrimin bu iddiası, biyolojinin en temel kanunlarından birine aykırıdır: Hayat yalnızca hayattan gelir, yani cansız madde hayat oluşturamaz.
Cansız maddenin hayat oluşturabileceği inancı, aslında bir Ortaçağ hurafesidir. "Spontane jenerasyon" adı verilen bu teoriye göre, farelerin buğdaydan oluştuğuna, ya da böceklerin yemek artıklarının içinden "kendiliğinden" var olduklarına inanılmıştır. Darwin'in teorisini ortaya attığı dönemde ise, mikropların cansız maddeden kendiliğinden oluştuğu sanılmıştır.



"CANLANAN ÇAMUR"

Yandaki çizimin bilimsel ismi "Bathybus Haeckelii" yani "Haeckel çamuru." Evrim teorisinin ateşli bir savunucusu olan Ernst Haeckel, bir araştırma gemisi tarafından okyanus dibinden çıkartılan bu karışımı mikroskop altında incelemiş ve bunun canlıya dönüşen cansız bir madde olduğunu iddia etmişti. Haeckel ve onun çağdaşı olan Darwin, canlılığı cansızlıktan kolaylıkla oluşabilecek basit bir yapıda zannediyorlardı. Oysa 20.yy bilimi, canlılığın asla cansızlıktan oluşamayacağını gösterdi.


Ancak bu düşünce, Fransız biyolog Louis Pasteur'ün bulguları ile yıkılmış ve Pasteur'ün ifadesiyle "cansız maddenin hayat oluşturabileceği inancı tarihe gömülmüştür".2







SPONTANE JENERASYON : ORTAÇAĞ HURAFESİ
Ortaçağ'da insanların inandığı hurafelerden biri, cansız maddelerin kendiliğinden hayat oluşturduğu inancıydı. Örneğin kurbağa ve balıkların, nehir yataklarındaki çamurlardan kendi kendilerine oluştukları sanılıyordu. Spontane jenerasyon olarak bilinen bu varsayımın bir hurafe olduğu ortaya çıktı. Ancak bir zaman sonra aynı inanç, biraz farklı bir senaryoyla da olsa, "evrim teorisi" adıyla yeniden gündeme geldi.

Pasteur'ün ardından evrimciler yine de ilk canlı hücrenin tesadüfen oluştuğu iddiasını sürdürmüşlerdir. Ama 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm deney ve araştırmalar hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Canlı hücresinin "tesadüfen" oluşması bir yana, dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bilinçli olarak üretilmesi bile mümkün olmamıştır.

"KİMYASAL EVRİM " EFSANESİ
Ünlü evrimci Alexander Oparin, 20. yüzyılın başlarında "kimyasal evrim" kavramını ortaya attı. Bu kavram, ilk canlı hücrenin ilkel dünya ortamında gerçekleşen bir takım kimyasal reaksiyonlarla tesadüfen oluştuğu anlamına geliyordu. Ancak Oparin dahil hiçbir evrimci bu "kimyasal evrim" iddiasını destekleyecek bir bulgu ortaya koyamadı. Aksine, 20. yüzyılda yapılan her yeni keşif, canlılığın kesinlikle rastlantılarla oluşamayacak kadar kompleks olduğunu gösterdi. Ünlü evrimci Leslie Orgel, bu konuda şu itirafı yapar: "(DNA, RNA ve proteinlerin yapısı incelendiğinde) insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır." 4

Dolayısıyla ilk canlı organizmanın nasıl ortaya çıktığı sorusu, evrim iddiasını henüz ilk aşamada çıkmaza sokmaktadır. Evrim teorisinin moleküler düzeydeki ünlü savunucularından Prof. Jeffrey Bada şu itirafı yapar:
"Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?"3
"Hayat hayattan gelir" kanunu, evrim teorisini geç ersiz kılarken, dünya üzerindeki ilk canlılığın yine hayattan geldiğini göstermekte, yani Allah tarafından yaratıldığını ispatlamaktadır. Cansız maddeye hayat verebilecek olan, sadece O'dur. Kuran'daki ifadeyle, "O ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır." (Rum Suresi, 19)


2- Sidney Fox, Klaus Dose. Molecular Evolution and The Origin of Life. New York: Marcel Dekker, 1977. p. 2
3- Jeffrey Bada, "Origins", Earth, February 1998, p. 40
4- Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, Vol 271, October 1994, p. 78

GENETİK BİLGİ

0 yorum
DNA'nın yapısı, James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamı tarafından keşfedildi. Crick, bir evrimci olmasına rağmen "DNA tesadüflerin ürünü olamaz" diyecekti.

Vücudumuzu oluşturan trilyonlarca hücrenin her birinin çekirdeğinde, 900 ciltlik bir ansiklopediye ancak sığacak kadar büyük bir bilgi deposu bulunduğunu biliyor musunuz?
DNA, her canlı hücresinin çekirdeğinde saklı duran dev bir moleküldür. Canlının sahip olduğu bütün fiziksel özellikler, bu sarmal biçimindeki molekülde şifrelenmiştir. Gözümüzün renginden, iç organlarımızın yapısına, hücrelerimizin şekil ve fonksiyonlarına kadar her türlü bilgi DNA'daki gen adı verilen bölümlerde programlanmıştır.

KOPYALAMA MUCİZESİ
Bir bakteriyi uygun bir ortama bırakırsanız, birkaç saat sonra kendinin aynı olan yüzlerce bakteri daha üretmiş olduğunu görürsünüz. Çünkü her canlı hücresi "kendini kopyalama" özelliğine sahiptir. DNA keşfedilene dek, bu mucizevi işlemin nasıl gerçekleştiği anlaşılamıyordu. DNA'nın bulunmasıyla birlikte, her canlı hücresinin, kendisi hakkındaki tüm bilgileri barındıran bir "bilgi bankası"na sahip olduğu ortaya çıktı. Bu bulgu, yaratılışın muhteşemliğini ortaya koyuyordu.

DNA şifresi, dört farklı molekülün diziliminden oluşur. Bu dört molekülün herbirini birer harfe benzetirsek, DNA'yı dört harfli bir alfabeden oluşan bir bilgi bankası olarak kabul edebiliriz. Bedenin tüm bilgisi, bu bilgi bankasında depolanmıştır.

Sadece hücrelerin değil, tüm canlı bedenlerinin planları DNA'da kayıtlıdır. İç organlarımızın yapısı, ya da kuşların kanatlarının şekli, kısacası her şey DNA'da tüm ayrıntılarıyla kayıtlıdır.

DNA'daki bilgileri kağıda dökmeye kalkarsak, bu bilgiler yaklaşık bir milyon ansiklopedi sayfası büyüklüğünde bir yer tutar. Bu, insanlığın en büyük bilgi birikimlerinden biri olan Britannica Ansiklopedisi'nin 40 katı büyüklüğünde bir ansiklopediye eşittir. Ama bu inanılmaz bilgi, milimetrenin yüzde biri kadar olan hücrelerimizin, ondan daha da küçük çekirdeklerinde saklanmıştır.

Her bilgi, onu var eden bir akıl sayesinde ortaya çıkar. DNA'daki muhteşem bilgi ise, Allah'ın üstün aklının ve yaratma gücünün bir ispatıdır.

Bir çay kaşığına sığabilecek boyuttaki bir DNA zincirinin, bugüne kadar dünya üzerinde basılmış bütün kitapların bilgisini saklayabilecek kapasitede olduğu hesaplanmaktadır.


DNA'nın dört "harfli" bir alfabesi vardır.

Elbette ki böyle muhteşem bir yapı, kendiliğinden ve tesadüfen oluşamaz ve canlılığın Allah tarafından yaratıldığını ispatlar. Nitekim evrimciler DNA'nın kökenine hiçbir açıklama getirememektedir. Ancak sırf teoriyi yaşatmak adına, "tesadüf" iddiasına sarılmayı sürdürürler. Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında bunu şöyle anlatır:
"Canlıların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder!"11




HELEZONDAKİ BİLGİ

DNA molekülü, bir helezon şeklinde uzanan milyonlarca basamaktan oluşur. Eğer bir tek hücremizin içindeki DNA molekülü açılsa, yaklaşık 1 metrelik bir zincir oluşturur. Ama bu zincir, olağanüstü bir "paketleme" sistemiyle, milimetrenin yüzbinde biri büyüklüğündeki hücre çekirdeğine sıkıştırılmıştır.


11- Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, p. 351

HÜCREDEKİ TASARIM

0 yorum
BEYİN HÜCRESİNİN KOMPLEKSLİĞİ
Tek bir beyin hücresi kendisi gibi 10 bin kadar hücre ile sürekli bir bağlantı içindedir. Bu haberleşme ağı, dünya üzerinde kurulmuş tüm telefon santrallerinden çok daha komplekstir.

Tüm canlılar hücrelerden oluşur. Tek bir hücre bile kendi kendine yetebilir; kendi besinini üretebilir, hareket edebilir ve diğer hücrelerle haberleşebilir. Olağanüstü bir teknolojiye sahip olan hücre, canlılığın tesadüfler sonucu oluşamayacağının kesin bir ispatıdır.
Tek bir proteininin bile tesadüfen oluşamayacağı hücre, evrimin "tesadüf" iddiasını tamamen anlamsız hale getiren bir tasarım harikasıdır. Hücrenin içinde, benzetme yapmak gerekirse; enerji santralleri, kompleks fabrikalar, dev bir bilgi bankası, depolama sistemleri ve gelişmiş rafineriler vardır.

BİTKİ HÜCRESİ
İnsan ve hayvan hücrelerinin yanı sıra bitki hücresi de bir yaratılış mucizesidir. Bitki hücresi, günümüzde hiçbir laboratuvarda gerçekleştirilemeyen bir işlemi yani "fotosentez" işlemini gerçekleştirir. Bitki hücresinde bulunan "kloroplast" isimli bir organel sayesinde bitkiler su, karbondioksit ve güneş ışığını kullanarak nişasta üretirler. Bu besin maddesi, yeryüzündeki besin zincirinin ilk halkasıdır ve yeryüzündeki tüm canlıların besin kaynağıdır. Bu çok karmaşık işlemin ayrıntıları günümüzde hala tam olarak çözülememiştir.

Darwin zamanında hücrenin bu olağanüstü yapısı hakkında hiçbir şey bilinmiyordu. Dönemin ilkel mikroskopları altında hücre belli belirsiz bir leke gibi görünüyordu. Bu nedenle gerek Darwin, gerekse onun dönemindeki diğer evrimciler, hücrenin tesadüflerle oluşabilecek son derece basit bir su haznesi olduğunu sandılar. Canlılığın tesadüflerle açıklanabileceği inancı, bu ilkel bilim anlayışı nedeniyle kabul gördü.


Vücuda giren mikropları yakalayan bir savunma hücresi.

Oysa 20. yüzyıldaki bilimsel gelişmeler, canlı hücresinin akıl almaz derecede kompleks bir sisteme sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu denli karmaşık bir tasarıma sahip olan hücrenin, evrim teorisinin iddia ettiği gibi rastlantılarla oluşmasının imkansız olduğu bugün anlaşılmış durumdadır. Elbette insanın bile oluşturamadığı kadar kompleks bir yapı, "tesadüf" ürünü olamaz. Ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Profesör Fred Hoyle, bu imkansızlığı şöyle açıklar:
"Tesadüfler sonucu bir canlı hücresinin meydana gelmesi, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması kadar imkansızdır."9
Hoyle, bir başka yorumunda ise şöyle der: "Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir."10

TESADÜFLERLE UÇAK OLUŞUR MU?
Hücre o kadar detaylı bir tasarıma sahiptir ki, ünlü bilimadamı Fred Hoyle (sağda) onu bir Boeing 747 uçağına benzetir. Hoyle'a göre nasıl bir uçak tesadüfen oluşamaz ise, hiçbir hücre de asla tesadüfen oluşamaz. Aslında bu örnek bile yetersizdir. Çünkü insanoğlu bilgi ve teknolojisi sayesinde dev uçaklar yapabilmektedir, ama hala tek bir hücre dahi yapamamıştır.

9- "Hoyle on Evolution", Nature, Vol 294, 12 November 1981, p. 105
10- Fred Hoyle, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York, Simon & Schuster, 1984, p. 130

MILLER DENEYİ

0 yorum
Miller deney aparatıyla birlikte

Evrimciler, hayatın ilkel dünyada tesadüfen oluştuğu iddiasına delil olarak, çoğu zaman Miller Deneyi'ni gösterirler. Oysa, yaklaşık yarım asır önce gerçekleştirilen deney, ilerleyen yıllarda ortaya çıkan bulgularla tüm bilimsel anlamını yitirmiştir.

İLKEL ATMOSFER YANILGISI
Miller, yaptığı deneyde ilkel dünya atmosferindeki şartları aynen sağladığını iddia etmişti. Oysa Miller'in deneyde kullandığı gazlar ilkel dünya atmosferini yansıtmaktan çok uzaktı. Dahası, Miller deneye bilinçli mekanizmalarla müdahale etmişti. Aslında bu şekilde, amino asitlerin doğal şartlarda kendiliklerinden oluşabilecekleri yönündeki evrimci varsayımları kendi eliyle çürütmüş oluyordu.

Amerikalı kimyacı Stanley Miller, moleküler evrim senaryosunu desteklemek için 1953 yılında bir deney düzenledi. Miller, ilkel dünya atmosferinin metan, amonyak ve hidrojen gazlarını içerdiğini varsayıyordu. Bu gazları bir deney düzeneğinde birleştirdi ve bu karışıma elektrik verdi. Bir hafta kadar sonra da bu karışımın içinde birkaç amino asit oluştuğunu gözlemledi.
Bu bulgu evrimcilere büyük bir heyecan verdi. Sonraki yirmi yıl boyunca Sydney Fox, Cyril Ponnamperuma gibi diğer bazı evrimciler de Miller'ın senaryosunu devam ettirmeye çalıştılar.

FOX'UN BAŞARISIZ DENEYİ
Miller'in senaryosundan etkilenen evrimciler, ilerleyen yıllarda başka deneylere giriştiler. Sydney Fox, bazı amino asitleri birleştirerek "proteinoid" adını verdiği yandaki molekülleri oluşturdu. Bu işe yaramaz amino asit zincilerinin, canlı bedenlerini oluşturan gerçek proteinlerle ilgisi yoktu. Aslında tüm bu çabalar, canlılığın tesadüfen oluşmak bir yana, laboratuvar ortamında dahi üretilemediğini belgeliyordu.

Ancak 1970'li yıllarda elde edilen bulgular, "ilkel atmosfer deneyleri" olarak bilinen tüm bu evrimci çabaları geçersiz kıldı. Çünkü Miller'ın ortaya attığı ve diğer evrimcilerin de kabul ettiği "metan-amonyak ağırlıklı ilkel atmosfer modeli"nin kesinlikle gerçek dışı olduğu ortaya çıktı. Miller bu gazları özellikle seçmişti, çünkü bunlar amino asit oluşumu için çok uygundular. Oysa bilimsel bulgular, o dönemdeki atmosferin daha çok azot, karbondioksit ve su buharından oluştuğunu gösterdi.14 Bu atmosfer yapısı ise amino asit oluşumuna kesinlikle uygun değildi. Dahası, ilkel atmosferde büyük oranda serbest oksijen olduğu anlaşıldı.15 Bu da evrimcilerin senaryosunu geçersiz kılıyordu. Çünkü serbest oksijenin amino asitleri hemen parçalayacağı açıktı.


MILLER'IN İTİRAFI
Bugün Miller'ın kendisi de, 1953 yılında düzenlediği deneyin hayatın kökenini açıklamaktan çok uzak olduğunu kabul ediyor.

Bu bulgular sonucunda 1980'li yıllarda bilim dünyası Miller Deneyi ve onu izleyen diğer "ilkel atmosfer deneyleri"nin bir anlamı olmadığını kabul etti. Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.16
Kaldı ki, tüm bu tartışmalar sırf "amino asit oluşumu" hakkında yapılmıştı. Eğer amino asitler oluşmuş olsa bile, bu basit organik moleküllerin proteinler gibi olağanüstü karmaşık yapıları rastlantısal olarak meydana getirmeleri ve bu yolla, bugün insanoğlunun laboratuvarda yapmayı başaramadığı canlı hücresinin meydana gelmesi mümkün değildir.
Miller'den bu yana geçen yarım asırlık süre, sadece evrim teorisinin moleküler düzeydeki çaresizliğinin daha iyi sergilenmesine yaramıştır.

MILLER'İN VARSAYIMLARI

GERÇEK KOŞULLAR


DENEY NEDEN GEÇERSİZDİR?

Deneyde metan, amonyk ve su buharı kullanılmıştı.


İlkel atmosferde metan ve amonyak yerine karbondioksit ve azot bulunuyordu.


Deney daha sonra doğru gazlar kullanılarak ABD'li Ferris ve Chen tarafından tekrarlandı. Bu kez tek bir aminoasit elde edilemedi.

İlkel atmosferde oksijenin bulunmadığı varsayılıyordu.


Elde edilen bulgular, ilkel atmosferde çok yüksek miktarda oksijenin varolduğunu gösterdi.


Bu miktarda oksijenin bulunduğu bir ortamda amino asitler oluşsa bile parçalanacaktır.

Deneyde, amino asitleri sentezleyebilmek için hazırlanmış özel bir düzenek vardı. Deney aparatındaki "Soğuk Tuzak" isimli bir bölüm, amino asitleri oluştukları anda ortamdan ayırarak korumaya alıyordu.


Bu çeşit düzeneklerin doğada varolması imkansızdı. Doğal şartlarda amino asitler her türlü dış etkene açıktı.


Soğuk tuzak gibi düzenekler olmasaydı, kıvılcım kaynağı ve deney sırasında ortaya çıkan diğer kimyasallar, oluşan amino asitleri anında parçalayacaklardı.

14- J. P. Ferris, C. T. Chen, "Photochemistry of Methane, Nitrogen, and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the Primitive Earth", Journal of American Chemical Society, Vol 97:11, 1975, p. 2964.
15- "New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, Vol 63, November 1982, p. 1328-1330
16- "Life's Crucible", Earth, February 1998, p. 34

PROTEİNDEKİ TASARIM

0 yorum
Hemoglobin molekülünün karmaşık tasarımı

"İlk canlı hücre nasıl oluştu" sorusunu şimdilik bir kenara bırakıp, bundan çok çok daha kolay bir soru soralım: İlk protein nasıl oluştu? Ancak evrim teorisi bu soruyu bile asla cevaplayamamaktadır.

PROTEİNLERİN MİMARİSİ
Proteinler kendi içlerindeki karmaşık tasarımlarının yanısıra, vücut içinde de büyük bir tasarım örneği sergilerler. İnsan vücudunun büyük bölümünü proteinler oluşturur. Kemiklerimizin, gözlerimizin, saçlarımızın ya da kaslarımızın temel yapı malzemesi proteinlerdir. Üstte kaslarımızdan birinin içindeki liflerden tek bir tanesinin kompleks iç yapısı görülüyor. Bu yapının içindeki detayların her biri, farklı protein yapılarına sahip hücreler tarafından oluşturulur. Her detay kusursuz bir biçimde tasarlanmış ve organik bir malzemenin, yani proteinlerin kullanılmasıyla inşa edilmiştir. Proteinlerin bu muhteşem mimarisi, yaratılışın çarpıcı delillerinden biridir.

Proteinler hücrenin yapıtaşlarıdır. Eğer hücreyi dev bir gökdelene benzetirsek, proteinler de bu gökdelenin tuğlaları sayılabilirler. Ancak tuğlalar gibi standart şekil ve yapıda değildirler. En basit hücrelerde bile en az 2000 kadar farklı türde protein bulunur. Hücre bu çok farklı proteinlerin hepsinin olağanüstü bir uyum içinde çalışması sayesinde yaşar.
Proteinler de kendilerinden çok daha küçük parçalardan oluşur. Bu parçalar, "amino asit" adı verilen ve karbon, azot, hidrojen gibi atomların farklı şekillerde birleşmesiyle oluşan moleküllerdir. Ortalama bir proteinde 500-1000 kadar amino asit vardır. Bazı proteinler çok daha büyüktür.


Cytochrome-C proteini

İşin en önemli yanı ise, amino asitlerin bir proteini oluşturmak için mutlaka belirli bir sıra içinde dizilmeleri zorunluluğudur. Canlı bedenlerinde kullanılan 20 farklı türde amino asit vardır. Bu amino asitler protein oluşturmak için birbirlerine gelişigüzel bağlanmazlar. Aksine, her proteinin belirli bir amino asit dizilimi vardır ve bu dizilimin harfiyen tutturulması gerekir. Protein yapısındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi, o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline getirir. Bu nedenle her amino asit, tam gereken yerde, tam gereken sırada yer almalıdır. Canlı hücresinde bu dizilimin bilgisi DNA'da saklanır ve proteinler de DNA'daki bu bilgi okunarak üretilir.
Evrim teorisi ise, ilk proteinlerin "tesadüfen" oluştuğunu iddia etmektedir. Ancak olasılık hesapları bunun kesinlikle imkansız olduğunu gösterir. Örneğin 500 amino asitten oluşan bir proteinin amino asit diziliminin "tesadüfen" doğru çıkması, 10950'de 1 ihtimaldir.5 10950 demek, 1 rakamının yanına 950 tane sıfır gelmesiyle oluşan akıl almaz bir sayı demektir. Oysa matematikte 1050 de 1'den daha düşük ihtimaller pratik olarak "sıfır ihtimal" kabul edilirler.

MAYMUNLAR KİTAP YAZABİLİR Mİ?
Sitokrom-C, oksijenli solumunu sağlayan en önemli proteinlerden biridir. Varlığı yaşam için kaçınılmazdır. Son derece kompleks bir tasarıma sahip olan bu proteinin tesadüfen oluşması ise imkansızdır. Türkiye'nin önde gelen evrim savunucularından biri olan Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim adlı kitabında sitokrom-C'nin tesadüfen oluşmasının imkansızlığını, "bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar az" şeklindeki ifadesiyle itiraf eder.8

Kısacası tek bir protein bile tesadüfen oluşamaz. Bu gerçek kimi zaman evrimciler tarafından da itiraf edilir. Örneğin Harold Blum adlı ünlü bir evrimci bilim adamı, "bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir" demektedir.6
Peki tüm bunlar ne anlama gelir? Kimya profesörü Perry Reeves ise bu soruya şöyle bir cevap verir:
"Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici'nin var olduğunu kabul etmek, akla çok daha uygundur."7
5- Please see Harun Yahya, The Evolution Deceit, Ta Ha Publishers, 1999, p. 93
6- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited. Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, p. 304
7- J. D. Thomas, Evolution and Faith. Abilene, TX, ACU Press, 1988. p. 81-82
8- Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim (Inheritance and Evolution), Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, p.

VARYASYON

0 yorum
Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
Evrimciler ise, bir türün içindeki varyasyonları evrim teorisine delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra "gen havuzu" denir. Darwin ise, teorisini ortaya attığında varyasyonların bir sınırı olmadığını sanıyordu ve Türlerin Kökeni adlı kitabında da çeşitli varyasyon örneklerini teorisinin en büyük delili olarak göstermişti.


Yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, fakat bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde birbirinden çok farklı görünüşlerde olabilirler.

Sonuç olarak, varyasyonlar bir türün genetik sınırları içinde bazı sınırlı değişikliklere yol açarlar. Yeryüzünde değişik ırkta insanların olması veya anne-baba ve çocuklar arasındaki farklılıklar varyasyonlarla açıklanabilir. Ancak hiçbir şekilde genetik bilgiye yeni bir parçanın eklenmesi söz konusu değildir. Örneğin bir kedi türünü ne kadar kendi içinde türeterek zenginleştirmeye çalışırsanız çalışın, kediler hep kedi olarak kalacak, bunlar asla köpeklere dönüşmeyeceklerdir. Veya bir deniz memelisinin sahip olduğu üstün sonar sisteminin rekombinasyonlarla ortaya çıkması mümkün değildir. Varyasyon, insan ırkları arasındaki farklılıkları açıklayabilir, ama maymunların insana dönüştüğü iddiasına hiçbir dayanak sağlamaz.

İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK

0 yorum
Bir saatin çalışabilmesi için, içindeki bütün çarkların eksiksiz olarak var olması gerekir. Çarkların tek biri olmasa, saat hiçbir işe yaramayacaktır. Bu "indirgenemez kompleks" yapı, saatin kusursuz bir tasarımın ürünü olduğunu gösterir.

Darwinizm'in bütün iddiaları "kademe kademe gelişim" senaryosuna dayanır. Oysa 20. yüzyıl biliminin ortaya çıkardığı "indirgenemez kompleks" organlar, bu senaryoyu ve onunla birlikte tüm evrim teorisini yıkmaktadır.
Eğer bir evrimciye, "Canlıların sahip oldukları olağanüstü organlar nasıl ortaya çıktı?" diye sorarsanız, size şu senaryoyu anlatacaktır:
"Evet, canlıların son derece kompleks olan sistemleri bir anda tesadüfen oluşamaz. Ama bu sistemler kademe kademe gelişmiştir. Önce sistemin tek bir parçası tesadüfen ortaya çıkmıştır. Bu parça canlıya avantaj sağladığı için, o canlı doğal seleksiyonla seçilmiştir. Sonra diğer parçalar kademe kademe oluşmuş ve sonunda çok karmaşık olan sistem ortaya çıkmıştır."

GÖZÜN TASARIMI
İnsan gözü, yaklaşık 40 ayrı parçanın uyum içinde çalışmasıyla görür. Bunların biri olmasa, göz hiçbir işe yaramaz. Bu 40 ayrı parçanın her biri de kendi içlerinde karmaşık tasarımlara sahiptir. Örneğin gözün arka kısmındaki retina tabakası, 11 ayrı katmandan oluşur. Bu katmanlardan biri, kan damarı ağıdır. Vücudun en yoğun damar ağını oluşturan bu tabaka, ışığı yorumlayan retina hücrelerinin oksijen ihtiyacını karşılar. Diğer tabakaların her birinin ayrı görevi vardır.

Bu senaryoyu daha en başından tamamen geçersiz kılan nokta, canlılardaki çoğu sistemin sahip olduğu "indirgenemez komplekslik" özelliğidir. Bunun anlamı şudur: Eğer bir sistem, ancak bütün parçaları var olduğunda işe yarıyorsa ve tek bir parçası dahi olmadığında hiçbir işe yaramıyorsa, o sistem daha basite indirgenemez. Ya kusursuz olarak vardır ve çalışır, ya da hiçbir işe yaramaz.
Dikkat edilirse, indirgenemez kompleksliğe sahip bir sistemin "kademe kademe" tesadüflerle oluşması imkansızdır. Çünkü sistem eksiksiz ve kusursuz olmadıktan sonra, hiçbir "ara kademe" işe yaramayacaktır. İşe yaramayan bir ara kademe ise, evrimin kendi mantığına göre, doğal seleksiyon tarafından elenip yok olacaktır.
Darwin, teorisini ortaya atarken bu konu hakkında büyük endişe duymuştu. Canlıların basite indirgenebilir organlara sahip olduklarını hayal etmiş, ama bu hayalinin yeni bulgularla yıkılacağından korkmuştu. Bu nedenle Türlerin Kökeni adlı kitabında şöyle yazmıştı:

EVRİME KARŞI BİYOKİMYASAL REDDİYE
Amerikalı biyokimya profesörü Michael Behe, "Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Reddiye" başlıklı kitabında, indirgenemez kompleksliğin çok sayıda örneğini verir. Behe'nin vurguladığı gibi, indirgenemez kompleks organlar, Darwinizm'i çürütürken, aynı zamanda canlılığın "tasarlandığını", yani yaratıldığını ispatlamaktadır.

"Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır."19
Bugün Darwin'in teorisi tam da korktuğu gibi "kesinlikle yıkılmıştır", çünkü bilimsel bulgular, canlılardaki çoğu sistemin indirgenemez kompleks sistemler olduğunu göstermektedir. İnsan gözünden hücrenin yapısına, kanın pıhtılaşma sisteminden proteinlere kadar sayısız yapı ve sistem, tek bir parçaları dahi olmasa hiçbir işe yaramayacak yapıdadır. Nitekim hiçbir evrimci bunların ne gibi "kademe"lerle ortaya çıkmış olabileceğini açıklayamamaktadır.
İndirgenemez komplekslik evrim teorisini Darwin'in ifadesiyle "kesinlikle" yıkarken, öte yandan yaratılışı da kesinlikle ispatlamaktadır. Çünkü her indirgenemez kompleks sistem, kendini inşa eden bir aklın varlığını gösterir. Canlılardaki komplekslik ise, tüm canlılığı yaratmış olan Allah'ın varlığını ve kusursuz yaratışını ispatlamaktadır. Kuran'da bildirildiği gibi, "O Allah ki, yaratandır, kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24)

19- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, p. 189

MUTASYONLAR

0 yorum
Mutasyonlar, canlıların başına gelen genetik kazalardır. Ve her kaza gibi zarar verir, tahrip ederler. Mutasyonun "evrim" sağlaması, bir çekiç darbesinin bir saati geliştirmesi kadar imkansızdır.
Doğal seleksiyonun hiçbir evrimleştirici etkiye sahip olmadığını gören evrimciler, 20. yüzyılda iddialarına bir de "mutasyon" kavramını eklemişlerdir. Mutasyonlar, radyasyon gibi dış etkenler sonucunda canlıların genlerinde meydana gelen bozulmalardır. Evrimciler ise bu bozulmaların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler.



ÇERNOBİL'İN SONUÇLARI
İnsanlarda mutasyon en çok radyoaktivite nedeniyle gerçekleşir. Mutasyonların sonucu ise her zaman için zararlıdır. Çernobil'deki nükleer felaketin sonucunda mutasyon geçirenler, resimlerdeki gibi ölümcül kanserlere yakalanmış, ya da sakat organlarla doğmuştur.


MUTASYON İKİZLERİ
İnsanlarda "siyam ikizleri" olarak bilinen yapışık doğum anormalliği, mutasyonlar nedeniyle meydana gelir. Birbirine yapışık olarak doğan bu ikiz kurbağalar da, mutasyonun sonuçları hakkında fikir vermektedir.

Bu iddia bilimsel veriler tarafından yalanlanmaktadır. Çünkü gözlemlenen tüm etkili mutasyonlar, canlılara sadece zarar verirler. Mutasyonlar insanlarda Mongolizm, Down Sendromu, Albinizm, cücelik, Orak Hücre Anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozukluklara ya da kanser gibi hastalıklara neden olmaktadır.
Mutasyonların canlıları evrimleştirmesinin mümkün olmamasının bir diğer sebebi, mutasyonun bir canlıya yeni genetik bilgi eklemeyişidir. Mutasyonlar var olan genetik bilginin, iskambil kağıtlarındaki gibi kendi arasında düzensiz olarak tekrar karışmasına yol açarlar; yeni genetik bilgi, mutasyonlarla oluşmaz.
Evrim teorisi ise canlıların genetik bilgisinin zaman içinde arttığını iddia eder. Örneğin en basit yapıda bir bakteride yaklaşık 2000 çeşit protein bulunurken insan gibi bir organizmada 100.000 çeşit protein vardır. Bir bakterinin insana dönüşmesi için tam 98.000 çeşit yeni proteinin "keşfedilmesi" gereklidir. Bu proteinlerin yapısının mutasyonlar tarafından oluşturulması ise hiçbir şekilde mümkün değildir, çünkü mutasyonlar DNA zincirini uzatmazlar.


Mutasyondan önceki meyve sineğinin kafası


Mutasyondan sonraki sonuç: Bacaklar kafadan çıkmış

MEYVE SİNEĞİ DENEYLERİ
Evrimciler, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde onyıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi.

Nitekim bugüne dek, canlıların genetik bilgisini geliştiren tek bir mutasyon bile gözlemlenememiştir. Bu nedenle Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı Pierre-Paul Grassé, "ne kadar çok sayıda olursa olsunlar, mutasyonlar herhangi bir evrim meydana getirmezler" demektedir.18



DNA'NIN TAHRİBİ
Canlıların fiziksel özellikleri, DNA'daki şifreye göre belirlenir. Eğer bu şifrede radyasyon gibi bir dış etki sonucunda bir kopma ya da yer değişikliği oluşursa, canlı mutasyon geçirmiş olacaktır.


18- Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, p. 88

DOĞAL SELEKSİYON YANILGISI

0 yorum
ELENME, YENİ TÜR OLUŞTURMAZ
Doğada zayıf olan bireyler elenirler ve bunların yerlerine güçlü olan bireyler sağ kalırlar. Ancak bu olayın sonunda yeni türler oluşmaz. Milyarlarca sene boyunca yırtıcı hayvanlar zayıf ve hızlı hareket edemeyen ceylanları yakalasalar, sonuçta ceylanlar hiçbir zaman bir başka canlı türüne dönüşmeyeceklerdir.

Canlılığın yeryüzünde tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız oluşu gibi, canlı türlerinin birbirlerine dönüşmesi de imkansızdır. Çünkü doğada böyle bir güç yoktur. Doğa dediğimiz bütün, taşı, toprağı, havayı, suyu oluşturan bilinçsiz atomların bir toplamıdır. Bu cansız madde yığını, omurgasız bir canlıyı balığa çevirecek, sonra onu karaya çıkarıp sürüngen yapacak, sonra kuş yapıp uçuracak ve en son olarak da insana dönüştürecek bir güce sahip değildir.
Bunun aksini iddia eden Darwin, "evrim mekanizması" olarak tek bir kavram öne sürmüştü: Doğal seleksiyon. Doğal seleksiyon doğal seçme demektir. Güçlü ve içinde bulunduğu doğal şartlara uygun olan canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin aslanlar tarafından tehdit edilen bir zebra sürüsünde, daha hızlı koşabilen zebralar hayatta kalacaktır. Ama elbette bu mekanizma, zebraları evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin fillere dönüştürmez.


devrimden önce


devrimden sonra


SANAYİ DEVRİMİ KELEBEKLERİNİN HİKAYESİ

Evrimciler "doğal seleksiyonla evrimleşmenin gözlemlenmiş örneği" olarak hemen her zaman 18. yüzyıl İngilteresi'ndeki "Sanayi Devrimi Kelebekleri"ni gösterirler. Anlatıldığına göre, İngiltere'de endüstri devriminin başladığı sıralarda, Manchester yöresindeki ağaçların kabukları açık renklidir. Koyu renkli kelebekler bu ağaçlar üzerinde dikkat çektikleri için kuşlara yem olurlar ve bu yüzden sayıları azdır. Ama sanayi devriminin hava kirliliği ağaçların rengini karartınca, bu kez açık renkli kelebekler kuşlara yem olur ve koyu renklilerin sayısı artar. Bu olay bir "evrim" örneği değildir. Çünkü yaşanan doğal seleksiyon, daha önce doğada var olmayan bir türü ortaya çıkarmamıştır. Sanayi devrimi öncesinde de koyu renkli kelebekler zaten vardır. Yanda bir kelebek koleksiyoncusunun sanayi devriminden önce ve sonra biriktirdiği kelebekleri görülmektedir. Sadece, var olan kelebek türlerinin sayıları değişmiştir. Kelebekler "tür değişimi"ne yol açacak biçimde yeni bir organ ya da özellik edinmemiştir.




LAMARCK'IN ETKİSİ
Darwin "doğal seleksiyon evrimleştirir" iddiasını ortaya atarken, Lamarck'ın "kazanılmış özelliklerin aktarılması" varsayımından da etkilenmişti. Lamarck'a göre zürafaların boynu, yüksek ağaçlara uzanmaya çalışırken uzamıştı. Oysa 20. yüzyılda Lamarckizm'in bir safsata olduğu ortaya çıktı.

Nitekim doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir gözlemlenmiş delil yoktur. Ünlü bir evrimci olan İngiliz paleontolog Colin Patterson, bu gerçeği şöyle itiraf eder:
"Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur."17



CANLILARDA FEDAKARLIK
Darwin'in doğal seleksiyonla evrimleşme teorisi, tüm canlıların kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdükleri varsayımına dayanıyordu. Ancak yapılan gözlemler, hayvan topluluklarında gerçekte büyük fedakarlık ve dayanışma örnekleri bulunduğunu ortaya çıkardı. Yavrularını korumak için halkalar oluşturan yaban öküzleri, doğadaki sayısız fedakarlık örneğinden yalnızca biridir.

17- Colin Patterson, "Cladistics", BBC, Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 March 1982.

KAMBRİYEN DEVRİ

0 yorum
Kambriyen Devri'nin hala yaşayan bir temsilcisi: Nautilus

Yeryüzü tabakaları incelendiğinde, dünyadaki canlılığın birdenbire belirdiği görülür. Çok sayıda canlı türü, bir anda ve eksiksiz halleriyle Kambriyen Devir'de ortaya çıkmıştır. Bu bulgu, yaratılışa çok açık bir delil oluşturmaktadır.
Kompleks canlı yaratıkların fosillerine rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 520-530 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan "Kambriyen" tabakadır.
Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, deniz yıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi kompleks omurgasız türlerine aittir. İlginç olan, birbirinden çok farklı olan bu türlerin hepsinin bir anda ve hiçbir ataları olmaksızın ortaya çıkmalarıdır.
Evrim literatürünün popüler yayınlarından Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monestarsky, evrimcileri çaresiz bırakan bu gerçeği şöyle kabul eder:



KOMPLEKS SİSTEMLER
Kambriyen Devir'de bir anda ortaya çıkan canlı türlerinin çoğunda, modern örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunuyordu.


"Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar."22


Kambriyen Devri'ne ait canlıları gösteren bir illustrasyon

Hiçbir ortak ataya sahip olmayan bu farklı canlı türlerinin nasıl olup da ortaya çıktığı, evrimcilerin asla cevaplayamadıkları bir sorudur. Evrim teorisinin yaşayan en ünlü savunucusu olan İngiliz zoolog Richard Dawkins, bu konuda şu itirafı yapar: "Kambriyen Devri canlıları, sanki hiçbir evrim tarihine sahip olmadan, o halde, orada meydana gelmiş gibilerdir."23
Kambriyen patlaması canlıların Allah tarafından yaratıldığının açık bir delilidir. Çünkü canlıların hiçbir evrimsel ataları olmadan aniden ortaya çıkmalarının tek açıklaması yaratılıştır. Nitekim Darwin, "eğer aynı sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa, bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir darbe olurdu" diye yazmıştır.24
Darwin'in korktuğu bu öldürücü darbe, fosil kayıtlarının henüz başlangıcında Kambriyen Devir'den gelmektedir.

22- Richard Monestarsky, "Mysteries of the Orient", Discover, April 1993, p. 40
23- Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton 1986, p. 229
24 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, p. 302

YAŞAYAN FOSİLLER

0 yorum
100 milyon yıllık amber içindeki karınca fosili. Günümüzdeki karıncalardan farksız.

Yüzmilyonlarca yıllık fosil canlılarla, bu canlıların günümüzde yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Bu gerçek, evrim iddiasını tümüyle geçersiz kılmaktadır.
Evrim teorisi, canlıların sürekli bir değişim içinde olduklarını, tesadüfler sonucunda sürekli olarak geliştiklerini iddia etmektedir. Oysa fosil kayıtları, bunun tam aksini gösterir. Fosillere baktığımızda, bundan yüzmilyonlarca yıl önce yaşamış olan canlılarla, bugünkü örnekleri arasında hiçbir fark olmadığını görürüz. Dünya üzerinde ilk ortaya çıkan balıklar, sürüngenler ya da memeliler nasılsa, bugünkü balıklar, sürüngenler ya da memeliler de öyledir. Bazı canlı türlerinin soyları tükenmiştir, ama hiçbir tür bir başka türe dönüşmemiştir.
Bu ise, canlı türlerin Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldıklarını ve yaratıldıkları günden bu yana da hiçbir evrim geçirmediklerini göstermektedir.



300 MİLYON YILDIR DEĞİŞMEYEN YAPI
Bilimsel ismi Triops cancriformis olan karides benzeri canlı 300 milyon yıl boyunca hiçbir değişim göstermemiş.




BALIKLAR
200 milyon yıl öncesine ait alttaki balık fosili göstermektedir ki, en eski balıklar ile günümüzdeki örnekleri farksızdırlar.




DENİZ YILDIZLARI
400 milyon yıllık deniz yıldızı fosili ve canlı bir deniz yıldızı.




NAUTILUS HEP AYNI
Günümüz denizlerinde sıkça rastlanan Nautilus isimli omurgasız canlının fosillerine günümüzden 520 milyon yıl önceki Kambriyen tabakalarında da sıkça rastlanılmaktadır. Nautilus, yaratılmış olduğu zamandan günümüze hiçbir evrim geçirmemiştir.




BİTKİLER DE AYNI
"Bitkilerin evrimi" de masaldan başka bir şey değildir. Yanda Acer monspessulanum cinsi bitkinin yaşayan örneği ve 30 milyon yıllık fosili.

EVRİMİN FOSİLLER AÇISINDAN SONU

0 yorum
Darwin, ara form fosillerinin var olmadığını, Türlerin Kökeni adlı kitabına eklediği "Jeolojik Kayıtların Eksikliği" başlıklı bölümde kabul etmişti.

Darwin "eğer teorim doğruysa, sayısız ara form fosili bulunmalı" demişti. Oysa evrimciler 140 yıllık çabaya rağmen tek bir tane bile bulamadılar.

Darwin'in zamanından günümüze kadar geçen süre içinde yapılan kazılarda tek bir tane bile ara-geçiş formuna rastlanmadı.

Evrim teorisi, canlıların tek bir ortak atadan geldiklerini iddia eder. Teoriye göre canlılar, çok uzun bir zaman içinde birbirine eklenen küçük değişimlerle farklılaşmışlardır.
Eğer bu iddia doğru olsaydı, tarihte, farklı canlı türlerini birbirine bağlayacak çok sayıda "ara tür" yaşamış olması gerekirdi. Örneğin sürüngenler eğer gerçekten kuşlara evrimleşselerdi, tarihte milyarlarca yarı kuş-yarı sürüngen canlı yaşamış olması gerekirdi.
Darwin, teorisine göre fosil kayıtlarının bu "ara-geçiş formları"yla dolu olması gerektiğini biliyordu. Ama hiçbir ara form fosili olmadığının da farkındaydı. Bu yüzden Türlerin Kökeni adlı kitabında bu soruna özel bir bölüm ayırmıştı.

"MOZAİK CANLILAR" ARA FORM DEĞİLDİR
Evrimciler tarafından ara-geçiş formu olduğu öne sürülen birkaç örnekten en önemlisi, Archæopteryx isimli fosil kuştur. Evrimciler, Archæopteryx'in dişleri ve tırnakları gibi birkaç bulguya dayanarak, bu canlının sürüngen-kuş arası bir ara-geçiş formu olduğunu iddia ederler. Oysa bir canlı grubunun diğer canlı grubuna ait özellikler barındırması, bir ara form özelliği değildir. Örneğin Avustralya'da yaşayan Platypus, bir memeli olmasına rağmen sürüngenler gibi yumurtlayarak çoğalır. Ayrıca kuşlara benzer bir gagası bulunur. Bilim adamları Platypus gibi canlılara "mozaik canlı" ismini verirler. Mozaik canlıların ara form sayılamayacağı, önde gelen evrimciler tarafından da kabul edilmektedir.

Darwin bu büyük sorunun ilerde aşılacağını, yeni araştırmaların ara form fosillerini ortaya çıkaracağını umuyordu. Ancak Darwin'den bu yana geçen 140 yıldır, evrimciler, tüm çabalarına rağmen tek bir ara form fosili bile bulamadılar. Ünlü evrimci paleontolog Derek Ager, bu gerçeği şöyle itiraf eder:
"Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz."20

BENZER CANLILAR ARA FORM DEĞİLDİR
Tarihte, farklı büyüklükte ama benzer canlıların yaşamış olması da bir "ara form" kanıtı değildir. Eğer yandaki farklı ceylan ve geyik türlerinin sadece fosil iskeletleri olsaydı, evrimciler bunları büyükten küçüğe doğru sıralayarak hayali bir evrim şeması oluşturabilirlerdi. Ama bu canlılar birer ara form değil, bağımsız birer canlı türüdür.

Canlıların yeryüzünde aniden oluşmuş olmaları ise, elbette Allah tarafından yaratıldıklarının bir ispatıdır. Evrimci biyolog Douglas Futuyma, "canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir" diyerek bu gerçeği kabul eder.21



HAYALİ CANLILAR
Evrimcilerin hayallerinde yaşattıkları ara-geçiş formlarının eksik ve kusurlu organlara sahip olması gereklidir. Örneğin kuş ve sürüngen arasındaki bir canlı, yarım kanatlara ve yarım kuş akciğerlerine sahip olmalıdır. Oysa böyle bir canlının ne fosilleri bulunmuştur, ne de yandaki çizimdekine benzer böyle "tuhaf" bir canlının doğada yaşamını sürdürmesi mümkündür. Bulunan tüm fosiller, solda görüldüğü gibi eksiksiz ve mükemmel yapılı canlılara aittir.


20- Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, Vol 87, 1976, p. 133
21- Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. p. 197

COELACANTH YANILGISI

0 yorum
Efsanenin Sonu Coelacanth yaşıyor! 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu'nda ilk canlı Coelacanth örneğini yakalayan ekip, balıkla birlikte poz veriyor.

Bundan 70 yıl kadar öncesine dek, evrimciler "kara canlılarının atası" saydıkları bir balık fosiline sahiptiler. Ancak bilimsel gelişmeler, bu balık hakkındaki tüm evrimci iddiaları sona erdirdi.
Balıklar ile amfibiyenler arasında hiçbir ara form fosili olmadığı, bugün evrimcilerin de itiraf ettiği bir gerçektir. Ama bundan 50 yıl öncesine kadar Coelacanth adı verilen bir balık fosili, birçok evrimci kaynakta çok kesin bir ara-geçiş formu olarak tanıtılıyordu. Evrimciler yaşı 410 milyon yıl olarak hesaplanan Coelacanth'ın ilkel bir akciğere, gelişmiş bir beyne, karadan çıkmaya hazır bir dolaşım ve sindirim sistemine, hatta ilkel bir yürüme şekline sahip bir ara-geçiş formu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu evrimci yorumlar 1930'lu yılların sonuna kadar bütün bilim çevrelerinde tartışmasız kabul edildi.

HAYALİ ÇİZİMLER VE GERÇEK COELACANTH

Canlısı bulunana dek, Coelacanth evrimciler tarafından "tüm kara canlılarının atası" olarak gösteriliyordu. Üsttekine benzer çizimler, bilimsel bir gerçek gibi sunuluyor ve ders kitaplarını süslüyordu. Ama balığın yandaki canlı örneği yakalanınca, tüm bu evrimci yorumlar suya düştü.

Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu'nda çok ilginç bir keşif yapıldı. Yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir ara-geçiş formu olarak tanıtılan Coelacanth ailesinin canlı bir üyesi okyanusun açıklarında ele geçti! Coelacanth'ın "kanlı-canlı" bir örneğinin bulunması, evrimciler açısından büyük bir şoktu kuşkusuz. Evrimci paleontolog J. L. B. Smith, "Yolda dinozora rastlasaydım, daha çok şaşırmazdım"28 demişti. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Coelacanth yakalandı.
1
Canlısı yakalanmadan önce, evrimciler Coelacanth'ın karada sürünmeye yarayan yüzgeç-ayak arası bir organa sahip olduğunu savunmuşlardı. Canlı Coelacanth incelenince, yüzgeçlerin böyle bir özellik taşımadığı anlaşıldı.

2
Evrimciler balığın ilkel bir akciğere sahip olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak ilkel akciğer sanılan organın sadece bir yağ kesesi olduğu anlaşıldı.


3
Coelacanth'ın beyin yapısının da kara canlılarına benzediği söylenmişti. Oysa beynin günümüz balıklarından hiçbir farkı olmadığı anlaşıldı.


Bu balıkların yakalanmasıyla beraber evrimcilerin hayali yorumlar yapmakta ne kadar ileri gidebilecekleri de anlaşılmış oldu. Coelacanthlar iddia edildiği gibi ne ilkel bir akciğere, ne de büyük bir beyne sahiptiler. Evrimci araştırmacıların ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapı, balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey değildi.29 Dahası, "sudan çıkmaya hazırlanan bir sürüngen adayı" olarak tanıtılan Coelacanth'ın, gerçekte okyanusun derin sularında yaşayan ve 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı olduğu anlaşıldı.30

28- Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopædia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd., 1984, p. 120
29- Jacques Millot, "The Coelacanth", Scientific American, Vol 193, December 1955, p. 39
30- Bilim ve Teknik (Science and Technology), November 1998, No. 372, p. 21

MEMELİLERİN KÖKENİ

0 yorum
Memeli canlılar da, evrimin iddialarının aksine yeryüzünde bir anda, hiçbir ataları olmadan ortaya çıkmıştır. Dahası, evrimciler farklı memeli gruplarının kökenine de açıklama getirememektedir.
Evrim teorisi, buraya dek incelediğimiz gibi, denizden evrimleşerek çıkan hayali birtakım canlıların sürüngenlere dönüştüğünü, kuşların da sürüngenlerin evrimleşmesiyle oluştuğunu iddia etmektedir. Aynı senaryoya göre sürüngenlerin yalnızca kuşların değil, aynı zamanda memelilerin de atası olması gerekir. Oysa vücutları pullarla kaplı, soğukkanlı ve yumurtlayarak çoğalan sürüngenler ile, vücutları tüylü, sıcakkanlı ve doğurarak çoğalan memeliler arasında çok büyük yapısal uçurumlar vardır.



DENİZ MEMELİLERİ VE AYILAR
Yunuslar ve balinalar gibi deniz memelileri, evrimcileri çaresiz bırakan canlıların başında gelir. Çünkü evrime göre bu canlıların kara memelilerinden evrimleşmesi gerekir, ama bunlara "ata" sayılabilecek bir kara canlısı yoktur. Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında "balinaların suda yüzmeye çalışan ayılardan evrimleştiğini" iddia etmiştir. Ancak bu iddianın saçmalığını fark ederek konuyu kitabının son baskısından çıkarmıştır.


Bu uçurumların bir örneği, sürüngenlerin ve memelilerin çene yapılarıdır. Memelilerde alt çenede tek bir kemik vardır ve dişler bu kemiğin üzerine oturur. Sürüngenlerde ise alt çenenin her iki yanında üçer tane küçük kemik bulunur.

FOSİL BULGULARI
Onmilyonlarca yıllık memeli fosilleri ile bugün yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. Dahası bu fosiller, yeryüzü tabakalarında, daha önceki türlerle aralarında hiçbir bağlantı olmadan bir anda ortaya çıkarlar.

Bir başka temel farklılık, tüm memelilerin orta kulaklarında üç tane kemik (örs, üzengi ve çekiç kemikleri) bulunmasıdır; buna karşılık tüm sürüngenlerde orta kulakta tek bir kemik yer alır. Evrimciler, sürüngen çenesinin ve sürüngen kulağının aşamalı olarak memeli çenesine ve kulağına dönüştüğünü iddia ederler. Bunun nasıl gerçekleştiği sorusu elbette cevapsızdır. Özellikle tek kemikten oluşan bir kulağın üç kemikli hale nasıl dönüştüğü ve işitme duyusunun bu sırada nasıl devam ettiği, asla cevaplanamayan bir sorudur.

TÜYLER SORUNU Memelilerin vücutları, başka hiçbir canlı türünde örneği görülmeyen tüylerle kaplıdır. Memelilerin sözde atası olan sürüngenlerin derisi ise pullardan oluşur. Evrimciler pulların nasıl memeli tüyüne dönüştüğü sorusu karşısında susmayı tercih ederler.

Nitekim sürüngenlerle memelileri birbirine bağlayabilecek tek bir ara form fosili dahi bulunamamıştır. Bu yüzden evrimci paleontolog Roger Lewin, "ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır" demek zorunda kalır.43
20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden biri olan George Gaylord Simpson ise, evrimciler açısından çok şaşırtıcı olan bu gerçeği şöyle ifade eder:
"Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı'nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir."44



YARASA VE SONAR SİSTEMİ
Yegane uçan memeli türü olan yarasalar, evrime meydan okuyan canlılardan biridir. Evrimciler yarasaların kademeli olarak evrimleştiğini öne sürer, ancak kanatlarının kökenine hiçbir tutarlı açıklama getiremezler. Kaldı ki, 50 milyon yıllık yarasa fosilleri (solda), bu canlıların ilk kez bugünkü yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Dahası yarasalar, olağanüstü bir sonar sistemine sahiptirler. Yüksek frekansla yaydıkları seslerin yankılarını dev kulakları ile algılar ve analiz ederler. Bu denli kompleks bir sistemin oluşumu rastlantılarla açıklanamaz.


Yani memeli canlılar da dünya üzerinde hiçbir ataları olmadan, bir anda ve eksiksiz halleriyle ortaya çıkmıştır. Bu durum, Allah tarafından yaratıldıklarının bilimsel delilidir.

43- Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science, Vol 212, 26 June 1981, p. 1492.
44- George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, p. 42.

SÜRÜNGENLER

0 yorum
Evrim teorisi sürüngenlerin de kökenini açıklayamaz. Bu kendilerine özgü canlılar, arkalarında hiçbir evrim süreci bulunmadan, ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır. Sürüngenlerin fizyolojik özellikleri de sözde ataları amfibiyenlerden çok farklıdır.

SEYMOURIA YANILGISI Evrimciler bir zamanlar solda fosili yer alan Seymouria adlı canlının, amfibiyen ile sürüngen arası bir geçiş formu olduğunu iddia etmişlerdi. Bu senaryoya göre, Seymouria "sürüngenlerin ilkel atası" idi. Ancak sonraki fosil bulguları, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşadığını gösterdi.32 Bu durum karşısında, evrimciler, Seymouria hakkındaki yorumlarını sona erdirmek zorunda kaldılar.

Dinozor, kertenkele, kaplumbağa ya da timsah... Tüm bu canlılar, "sürüngenler" olarak bilinen aileye aittir. Dinozorlar gibi bazı sürüngenlerin soyu tükenmiştir, ama bazıları hala yaşamaktadır.
Sürüngenlerin kendilerine has özellikleri vardır. Hepsinin vücudu, "pul" olarak adlandırılan sert kabuklarla kaplıdır. Soğukkanlıdırlar, yani kendi vücut ısılarını üretemezler. Bu yüzden de her gün güneşe çıkıp vücutlarını ısıtma ihtiyacı duyarlar. Yavrularını ise yumurtlayarak dünyaya getirirler.
Evrimciler sürüngenlerin nasıl ortaya çıktıklarını açıklayamazlar. Bu konudaki klasik evrimci iddia, sürüngenlerin amfibiyenlerden evrimleştiği şeklindedir. Ama bu iddiayı destekleyecek hiçbir bulgu yoktur. Aksine, amfibiyenler ile sürüngenler arasında yapılabilecek bir inceleme, iki canlı grubu arasında çok büyük fizyolojik farklar bulunduğunu ve "yarı sürüngen-yarı amfibiyen" bir canlının yaşama şansı olmadığını göstermektedir.

KAPLUMBAĞALAR HEP AYNI
En eski sürüngen fosilleri ile bugünkü örnekleri arasında fark yoktur. Soldaki 100 milyon yıllık deniz kaplumbağası, günümüzde yaşayan örnekleri ile tamamen aynı yapıdadır.

Nitekim fosil kayıtlarında da böyle bir canlıya hiçbir zaman rastlanmamıştır. Ünlü evrimci paleontolog Lewis L. Carroll, "Sürüngenlerin Kökeni Sorunu" başlıklı bir makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:

DİNOZORLARIN SONU
Dinozorlar yaşamış en büyük kara canlılarıydı. Kusursuz tasarımlara sahip bedenleriyle, uzun zaman yeryüzünde yaşadılar. Ancak bilim adamlarının ortak kabulüne göre, bir meteor felaketi sonucu soyları tükendi. Yeryüzünün, (jeolojik kayıtlara göre) daha sonra yaratılacak olan memeli canlılara ve özellikle de insana uygun hale getirilmesi için, bu tükeniş İlahi bir planla sağlanmıştır.

"Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara formların olmayışı, amfibiyen ve sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz bırakmaktadır."31
Kaldı ki, yılan, dinozor ya da kertenkele gibi çok farklı sürüngen türleri arasında da aşılmaz sınırlar vardır. Tüm bu farklı türler, yeryüzünde bir anda ve ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır. Çünkü, Allah tarafından yaratılmışlardır. Bu gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:
"Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir." (Nur Suresi, 45)

31- Lewis L. Carroll, "Problems of the Origin of Reptiles" Biological Reveiws of the Cambridge Philosophical Society, Vol 44. p. 3934
32- Fossils of Seymouria are found in Lower Permian rocks, dated at about 280 million years. However, the earliest known reptiles Hylonomus and Paleothyris are found in Lower Pennsylvanian rocks and the Middle Pennsylvanian rocks, dated at about 310-330 million years. (See Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover, 1985, pp. 238-239)

ARCHAEOPTERYX YANILGISI

0 yorum
Archæopteryx'in bir rekonstrüksiyonu.

Evrimciler "kuşlar dinozorlardan evrimleşti" şeklindeki iddialarına yegane delil olarak Archæopteryx fosilini gösterirler. Oysa son bulgular bu canlının sadece soyu tükenmiş bir kuş türü olduğunu gösteriyor.
Evrimci çevrelerin öne sürebildikleri en önemli ara-geçiş formu adayı, Archæopteryx isimli 150 milyon yıllık fosil kuştur. Evrimciler, bu fosil kuşun iyi uçamayan yarı-dinozor bir canlı olduğunu iddia ederler.
Oysa evrimcilerin birçok kere yanlış olduğu gösterilen bu iddiası, 1997 yılında bulunan yeni bir Archæopteryx fosiliyle beraber kesin olarak yıkıldı.

Kemiklerin içi günümüz kuşlarınınki gibi boştur.

Tüylerin yapısı, Archæopteryx'in sıcakkanlı ve uçabilen bir kuş olduğunu ispatlar.


Kanatlardaki pençelerin benzerlerine günümüzdeki bazı kuşlarda da rastlanır.




Dişlerinin olması, bu kuşun sürüngenlerle akraba olduğu anlamına gelmez. Yapılan analizler, Archæopteryx'in diş yapısının günümüz sürüngenlerinden çok farklı olduğunu göstermektedir.

DİĞER DİŞSİZ GAGALAR
Yanda fosili yer alan Confuciusornis, Archæopteryx'le aynı jeolojik dönemde yaşamıştı. Ancak Archæopteryx'in aksine gagasında diş bulunmuyordu. Bu bulgu, Archæopteryx'in "ilkel" değil, sadece özgün bir kuş türü olduğunu ortaya koydu.

Bu canlının uçuş kasları için gerekli olan "sternum" yani göğüs kemiğine sahip olmayışı, canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili, canlıda evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiğinin var olduğunu göstermiştir. Bu kemiğin varlığı, Archæopteryx'in uçucu bir kuş olduğunu ispatlamış durumdadır.34

ASİMETRİK TÜYLER
Günümüzdeki tüm uçucu kuşların tüyleri, asimetrik yapıdadır. Bu yapı, kuşlara aerodinamik bir özellik kazandırır. Archæopteryx'in tüylerinin de asimetrik yapıda olması, bu canlının uçamadığı şeklindeki evrimci iddiayı geçersiz kılmaktadır.

Evrimcilerin, Archæopteryx'i ara-geçiş formu olarak gösterirken dayandıkları diğer iki nokta, yani kanatlarının üzerindeki pençelerin ve ağzındaki dişlerinin bir ara form özelliği olmadığı da anlaşılmıştır. Günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Taouraco ve Hoatzin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunduğu görülmüştür. Tarihte yaşamış farklı kuş türlerinde de dişler vardır. Dahası Martin, Stewart ve Whetstone gibi ünlü kuşbilimcilerin yaptıkları ölçümlere göre, Archæopteryx'in diş yapısı sürüngenlerin diş yapısından tamamen farklıdır.35
Tüm bu bulgular, Archæopteryx'in ara form olduğu yönündeki evrimci iddiaların hiçbir bilimsel dayanağı olmadığını göstermektedir.

34- Nature, Vol 382, 1 August 1996, p. 401
35- L. D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, Vol 98, 1980, p. 86.

KUŞLAR VE SÜRÜNGENLER

0 yorum
Evrimciler, kuşların sürüngenlerden evrimleştiği iddiasındadır. Oysa bu iki canlı grubunun yapılarını incelediğimizde, bu iddianın tümüyle bilim dışı olduğunu görürüz.
Evrimciler, kuşların küçük yapılı sürüngen dinozorlardan türediklerini iddia ederler. Oysa kuşlar ve sürüngenler arasında yapılacak bir karşılaştırma, bu canlı sınıflarının birbirlerinden çok farklı olduğunu ve aralarında asla bir evrim gerçekleşmiş olamayacağını gösterir.

SÜRÜNGENLERİN FARKI
Sürüngenler, omurgalı canlılar dünyasında kuşlara belki en az benzeyen gruplardan biridir. Kuşlar en sıcak kanlı canlılarken, sürüngenler vücut ısısı bile üretemez. Sürüngenler, derilerinin yapısı, metabolizmaları ve iskelet sistemleri ile tamamen karada yaşamak için yaratılmışlardır.

Kuşlar ve sürüngenler arasında birçok yapısal farklılık bulunur. Bunların en önemlilerinden biri kemiklerin yapısıdır. Evrimciler tarafından kuşların atası olarak kabul edilen dinozorların kemikleri, büyük ve cüsseli yapıları nedeniyle kalındır ve içleri dolguludur. Buna karşın yaşayan ve soyu tükenmiş tüm kuşların kemiklerinin içleri boştur ve bu sayede çok hafiftir. Bu hafif kemik yapısı, kuşların uçabilmesinde büyük önem taşır.
Sürüngenler ve kuşlar arasındaki bir diğer farklılık da metabolik yapıdır. Sürüngenler canlılar dünyasında en yavaş metabolik yapıya sahipken, kuşlar bu alandaki en yüksek rekorları ellerinde tutar. Örneğin bir serçenin vücut ısısı hızlı metabolizması nedeniyle zaman zaman 48oC'ye kadar çıkabilir. Diğer tarafta ise sürüngenler kendi vücut ısılarını bile kendileri üretmez, bunun yerine vücutlarını güneşten gelen ısıyla ısıtırlar. Sürüngenler doğadaki en az enerji tüketen canlılar iken, kuşlar en fazla enerji tüketen canlılardır.

TÜYLERİN İŞLEVİ
Sürüngenlerin aksine, kuşların vücutları tüylerle kaplıdır. Tüyler, kuşlara hem aerodinamik özellik katar, hem vücut ısılarının korunmasını sağlar.

Kuşların solunum sistemi de sürüngenlerden tamamen farklıdır. Sürüngenlerde ve memelilerde hava nefes borusuyla ciğerlere alınır, sonra yine aynı borudan dışarı verilir. Ama kuşlarda hava, akciğer kanalları boyunca tek taraflı hareket yapar; ciğere bir taraftan girer, diğer taraftan çıkar. Diğer hiçbir canlı grubunda rastlanmayan bu solunum sistemi sayesinde, kuşlar havayı çok verimli kullanırlar. Bu sayede oksijen yoğunluğunun son derece düşük olduğu 8.000 metre yükseklikte bile uçabilmektedirler.

KUŞLARA ÖZEL İSKELET SİSTEMİ Kuşların iskeletlerini oluşturan kemiklerin içi dinozorların ve sürüngenlerin aksine boştur. Bu boşluk, iskelete sağlamlık ve hafiflik katar. Kuşların iskelet yapılarının aynısı, günümüzde uçakların, köprülerin ve bazı yapıların tasarımında kullanılmaktadır.

Kuşlarla sürüngenler arasına aşılmaz uçurum koyan bir başka özellik ise, tamamen kuşlara has bir yapı olan tüylerdir. Sürüngenlerin vücutları pullarla, kuşların vücutları ise tüylerle kaplıdır.
Kısacası kuşlar ve sürüngenler arasındaki sayısız farklılıklar, sürüngenlerin kademeli olarak kuşlara dönüştüğü şeklindeki evrimci iddiayı kesin olarak çürütmektedir. Kuşlar da, sürüngenler de Allah tarafından ayrı ayrı yaratılmış canlı gruplarıdır.
Kuzey Carolina Üniversitesi profesörü Alan Feduccia, bir evrimci olmasına karşılık, bilimsel bulgulara dayanarak kuşların dinozorlarla akraba olduğu teorisine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Feduccia şöyle der:
"25 sene boyunca kuşların kafataslarını inceledim ve dinozorlarla aralarında hiçbir benzerlik görmüyorum. Kuşların dört ayaklılardan evrimleştiği teorisi, paleontoloji alanında 20. yüzyılın en büyük utancı olacaktır."33

33- Pat Shipman, "Birds do it... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1 February 1997, p. 28

ATIN EVRİMİ MASALI

0 yorum
Bir zamanlar "evrimin büyük delili" olarak gösterilen atın evrimi senaryosu, günümüzde evrimci kaynaklar tarafından dahi reddediliyor.
Yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak gösterilen fosil sıralamalarının en başında, atın sözde evrimine ait olduğu öne sürülen hayali bir sıralama gelmekteydi. Oysa bugün pek çok evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul eder.
Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını şöyle anlatmıştır:
"... Ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir."45
Gerçekten de atın evrimi senaryosu, bir hayal ürününden başka bir şey değildir. Değişik araştırmacıların öne sürdükleri 20'den fazla atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçlarındaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl yaşamış "Eohippus" adlı köpek benzeri bir canlının, günümüzde yaşayan atın (Equus) ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Aslında evrimcilerin yaptığı şey, soyu tükenmiş bazı memeli türlerini alıp, Eohippus'tan günümüz atına kadar uzanan hayali şemalar oluşturmaktır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm'in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery adlı kitabında atın evrimi hikayesinin aslını şöyle anlatır:
"Darwinizm'in belki de en ciddi zaafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha küçüktür."46
Bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduğunu göstermektedir.

45- Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, blm. 4, s. 15
46- Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Abacus, Sphere Books, London, 1984, s. 230

KUŞ TÜYLERİ

0 yorum
Son derece karmaşık bir tasarıma ve aerodinamik özelliklere sahip olan tüyler, sadece kuşlara özgüdür. Kuş tüylerinin sürüngen pullarından evrimleştiği iddiası ise tümüyle temelsizdir.

Sürüngen pullarının büyütülmüş hali. Açıkça görüldüğü gibi pullar, birbirlerine tutturulmuş sert deri parçalarıdır. Tüylerle aralarında en ufak bir benzerlik yoktur.

Sürüngenlerin vücutları pullarla, kuşların vücutları ise tüylerle kaplıdır. Evrimciler sürüngenleri kuşların atası saydıkları için, ister istemez kuş tüylerinin de sürüngen pullarından evrimleştiğini öne sürmek zorunda kalırlar. Oysa pullar ile tüyler arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Connecticut Üniversitesi'nde fizyoloji ve nörobiyoloji profesörü olan A. H. Brush, bir evrimci olmasına rağmen, "tüyler ve pullar... genetik yapılarından gelişimlerine, morfolojilerinden doku organizasyonlarına kadar her şeyde birbirlerinden farklıdırlar" diyerek bu gerçeği kabul eder.36 Dahası, Prof. Brush'a göre "kuş tüylerinin protein yapısı da diğer omurgalıların hiçbirinde görülmeyen, tümüyle özgün" bir yapıdır.37
Bunun yanısıra, kuş tüylerinin sürüngen pullarından evrimleştiklerini gösterebilecek hiçbir fosil delili de yoktur. Aksine, Prof. Brush'ın ifadesiyle, "tüyler fosil kayıtlarında sadece kuşlara has bir özellik olarak bir anda belirirler".38 Sürüngenlerde kuş tüylerine köken oluşturabilecek "hiçbir epidermal (üst deriye ait) yapı ise belirlenememiştir".39
1996 yılında büyük bir medya propagandası ile gündeme getirilen "Çin'-de bulunan tüylü dinozor fosilleri" hikayesi ise tümüyle gerçek dışıdır. Sözü edilen Sinosauropteryx fosilinin gerçekte kuş tüyüne benzer hiçbir yapıya sahip olmadığı, 1997 yılında yapılan incelemelerle anlaşılmıştır.40
Öte yandan, kuş tüylerinde hiçbir evrimsel süreçle açıklanamayacak kadar kompleks bir tasarım vardır. Ünlü kuşbilimci Alan Feduccia, "tüylerin her özelliği aerodinamik fonksiyona sahiptir. Hafiftirler, kaldırma kuvvetleri vardır ve kolaylıkla eski biçimlerine dönebilirler" der. Feduccia, evrim teorisinin çaresizliğini ise şöyle kabul eder: "Uçmak için böylesine tasarlanmış bir organın, nasıl olup da ilk başta başka bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığını anlayamıyorum."41

Tüylerdeki bu tasarım, Charles Darwin'i de çok düşündürmüş, hatta tavuskuşu tüylerindeki mükemmel estetik kendi ifadesiyle Darwin'i "hasta etmiş"ti. Darwin, arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım" dedikten sonra şöyle devam ediyordu: "Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor."42

36- A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", Journal of Evolutionary Biology, Vol. 9, 1996. p. 132.
37- A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", p. 131.
38- A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", p. 133.
39- A. H. Brush, "On the Origin of Feathers", p. 131.
40- "Plucking the Feathered Dinosaur", Science, Vol 278, 14 November 1997, p. 1229.
41- Douglas Palmer, "Learning to Fly", (Review of The Origin of and Evolution of Birds by Alan Feduccia, Yale University Press, 1996), New Scientist, Vol 153, 1 March 1997, p. 44.
42- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, p. 101.

BALIKLAR VE AMFİBİYENLER

0 yorum
Balıklar ve amfibiyenler yeryüzünde bir anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkmıştır. Evrimciler her iki canlı grubunun da kökenini açıklayamaz.
Evrimciler Kambriyen Devir'de ortaya çıkan omurgasız deniz canlılarının, on milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde balıklara dönüştüğünü iddia ederler. Ancak bu omurgasızlar ile balıklar arasında bir evrim olduğunu gösterebilecek hiçbir ara-geçiş formu yoktur. Oysa iskeletleri olmayan ve sert kısımları vücutlarının dış kısmında yer alan omurgasızların, sert kısımları vücutlarının ortasında yer alan kemikli balıklara evrimleşmesi çok büyük bir dönüşümdür ve çok sayıda ara form izi bırakmış olması gerekir.
Evrimciler bu hayali formları aramak için 140 yıldır fosil tabakalarını alt-üst etmektedirler. Milyonlarca omurgasız fosili vardır, milyonlarca balık fosili vardır, ama hiç kimse tek bir tane bile ara form fosili bulamamıştır. Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, bu gerçek karşısında şu çaresiz soruları sıralar:
"Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur?"26



280 milyon yıllık soyu tükenmiş bir kurbağa türüne ait fosil. Bu gibi bulgular, kurbağaların yeryüzünde bir anda ve hiçbir ataları olmaksızın ortaya çıktığını göstermektedir.


Evrimci senaryo, omurgasızlardan evrimleşen balıkların, bir süre sonra da karada yaşama imkanı olan amfibiyenlere dönüştüğünü iddia eder.
(Amfibiyenler kurbağalar gibi hem suda, hem karada yaşayan hayvanlardır.) Ama tahmin edilebileceği gibi bu senaryonun da hiçbir delili yoktur. Yarı balık-yarı amfibiyen bir canlının yaşadığını gösteren tek bir fosil bile bulunamamıştır. Omurgalı Paleontolojisi ve Evrim kitabının yazarı olan ünlü evrimci Robert L. Carroll, bu gerçeği "Erken amfibiyenlerle balıklar arasında ara form fosillerine sahip değiliz" diyerek istemeden de olsa ifade etmektedir.27



Yüzmilyonlarca yıl önceki balıkların fosilleri ile günümüz balıkları arasında fark yoktur. Balıklar, balık olarak yaratılmış ve hep öyle kalmışlardır.


Kısacası hem balıklar, hem de amfibiyenler, yeryüzünde hiçbir ataları olmadan, bir anda ve bugünkü halleriyle ortaya çıkmışlardır. Bir başka deyişle, Allah tarafından kusursuzca yaratılmışlardır.


26- Gerald T. Todd, "Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship", American Zoologist, Vol 26, No. 4, 1980, p. 757
27- R. L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, New York: W. H. Freeman and Co. 1988, p. 4.

NEBRASKA ADAMI SAHTEKARLIĞI

0 yorum
1922'de, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı. Bazıları bu dişin sahibini Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile "Nebraska Adamı" adı verildi. "Bilimsel" ismi de hemen takıldı: Hesperopithecus haroldcooki.
Bu tek dişe dayanılarak Nebraska Adamı'nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska adamının, eşinin ve çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı. Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti. Evrimci çevreler bu "hayalet adamı" o derece benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine çekti.


Üstteki resim tek bir diş parçasına dayanılarak yapılmış ve Illustrated London News dergisinin 24 Haziran 1922 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Ancak bir süre sonra bu dişin, maymun benzeri bir yaratığa veya bir insana değil de soyu tükenmiş bir domuza ait olduğunun anlaşılması, evrimcileri büyük hayal kırıklığına uğrattı.

Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops isimli yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: "Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan."( W. K. Gregory, "Hesperopithecus Apparently Not An Ape Nor A Man", Science, vol. 66, December 1927, s. 579.)

Bu olay sonucunda Hesperopithecus haroldcooki'nin ve "ailesi"nin tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.

SOYAĞACININ ÇÖKÜŞÜ

0 yorum
Evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 19. yüzyılın sonlarında çizilen sözde "evrim ağacı".

Evrimcilerin ortaya attıkları "insanın soyağacı" senaryosu, fosil bulguları tarafından yalanlanıyor. Evrimciler tarafından birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin, gerçekte aynı dönemde yaşamış farklı ırklar olduğu bugün anlaşılmış durumda.
İnsanın evrimi senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soyağacının var olması için, maymunlardan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla insanlar arasında açık bir uçurum vardır. İskelet yapıları, kafatası hacimleri, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile maymunun arasını açıkça ayırmaktadır.


SOYAĞACI SADECE ÇİZİMLERDE YAŞIYOR
Evrimcilerin büyük bir hayalgücü gösterisi yaparak çizdikleri "insanın soyağacı" şemaları, fosil kayıtları tarafından yalanlanıyor.

Bu farklı türler arasında bir soyağacı olamayacağını gösteren çok önemli bir başka bulgu ise, birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin aynı anda ve birarada yaşamış olmalarıdır! Eğer evrimcilerin iddia ettiği gibi Australopithecus zamanla Homo habilis'e, o da zamanla Homo erectus'a dönüşmüş olsalardı, bu türlerin yaşadıkları dönemlerin de birbirini izlemesi gerekirdi. Oysa aksine, böyle bir kronolojik sıralama yoktur.
Evrimci fosil bilimci Alan Walker, "Doğu Afrika'da Australopithecus bireyleri ile Homo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda yaşadıklarına dair kesin deliller vardır" diyerek bu gerçeği doğrular.58 Louis Leakey ise, Olduvai Gorge bölgesindeki Bed II katmanında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus fosillerini neredeyse yanyana bulmuştur.59

GOULD İTİRAF EDİYOR
Harvard Üniversitesi paleontoloğu Stephen Jay Gould, kendi de bir evrimci olmasına rağmen, "insanın soyağacı" senaryosunun çöktüğünü kabul ediyor.

Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin bu konuda içine girdiği çıkmazı şöyle açıklar:

Primatlardan maymunlara, oradan da insana uzanan soyağacı kavramı, sadece evrimcilerin hayallerinde yer alıyor.

"Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soyağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler."60
Homo erectus'tan Homo sapiens'e doğru ilerlediğimizde de yine ortada bir soyağacı olmadığını görürüz. Homo erectus'un ve Homo sapiens archaic'in günümüzden 27.000 yıl öncesine hatta 10.000 yıl öncesine kadar yaşamlarını sürdürmüş olduklarını gösteren bulgular vardır. Avustralya'da Kow Bataklığı'nda 13 bin yıllık, Java Adası'nda ise 27 bin yıllık Homo erectus kafatasları bulunmuştur.61
Bu bulgular, evrim teorisinin "insanın ataları" olarak gösterdikleri canlıların, birbirleriyle bir ilgileri olmayan soyu tükenmiş canlı türleri ya da kaybolmuş insan ırkları olduklarını göstermektedir.

58- Alan Walker, Science, Vol 207, 1980, p. 1103.
59- A. J. Kelso, Physical Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, p. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, Vol 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, p. 272.
60- S. J. Gould, Natural History, Vol 85, 1976, p. 30
61- Time, 23 December 1996
 
Copyright © . | Theme by BloggerThemes & simplywp | Sponsored by BB Blogging